Seçimler yaklaştıkça ortam ısınıyor, sistemin getirdiği çarpıklıkta ara ara tartışılıyor. Başlangıçta biz de Amerika gibi büyük beklentiler ve hayaller oluşturulmuştu.
Pek çok umut vardı. En çok akılda kalanı ise; milli gelirimiz yükselecek, Cumhurbaşkanı Başbakan çatışması sona erecek, çift başlılık yok olacak ve çok hızlı kararlar alınacaktı.
Evet, mutlaka iyi yönleri de oldu. Mesela karar almayı bir ölçüde hızlandırdı. Ancak, denetimsizlik ve keyfilik arttığı için, hatalar da çoğaldı. Sistem üzerine yapılan iyi niyetli uyarılara da çok ağır suçlamalarla karşılık veriliyor.
HIZLI KARARLARIN FATURALARI
Daha “hızlı karar” alıyoruz ancak bu hız, yanlış kararların da hızlı alınmasına neden oluyor. Doğru karar, hızlı alındığında önemlidir. Yanlış karar hızlı alındığında ise telafisi mümkün olmayan sonuçlar doğurabilir.
Mesela, Libya’ya asker gönderdiğimizi bir sabah televizyonlarda geçen altyazıyla öğrendik. Eskiden olsa günlerce tartışılır, müzakere edilir, doğru ve yanlış tarafları ortaya dökülür, sonuçta temkinli ve süreli bir tezkere ortaya çıkardı.
Bu dönemde ülkemizin geldiği özgürlük ve adalet sisteminde de durum pek iç açıcı değil. Yürürlükte olan sistemle var olan sorunları çözmek bir yana daha karışık hale geldi.
Ülkemizde keyfi uygulamaların, kişiye özel durumların ve şahsi yaptırımların artması, eşitlikçi ve özgür ortama büyük zarar verdi.
Hala milyonlarca insan açlık sınırı altında yaşarken çok maaşlı bürokrat haberleriyle sarsıldık. Ekonomik sıkıntılar üzerine kurumlara, yöneticilere güven azaldı. Yeni sistemin milli geliri ve ülkenin refah düzeyini artıracağına dair iddialar inandırıcılığını kaybetti.
Kişiye endeksli bu yeni yapıda, bütün kritik kararlar bir kişiye bağlandı. Bu durum da parlamenter yapı ve çok sesli sistemin rafa kalkmasına neden oldu. Herhangi bir hususta hele de aleyhte farklı şahısların söz söyleme imkânı yok.
Bakanlıklar adeta birer sembolik kurumlar haline geldi. Artık ülkede, Cumhurbaşkanlığı'na bağlı ofisler ve başkanlıklar adı altında etkin kurumlar var. Mesela, “İletişim Başkanlığı” birçok bakanlıktan daha etkili. Keza milletvekillikleri, görevden alınan kızak görevdeki bürokratlar gibi işlevsiz.
Bürokratik oligarşiden şikayet ederken üst kurullar ülkesi olduk. Bugün iyi konumdaki bir bürokrat, milletvekillerinden daha etkin.
Bu hataları engelleyecek ve denetleyecek mekanizma da ortadan kalktı. Böylelikle, bağımsız kuruluşlar ve üst kurullar Türkiye'yi özgürlükler liginden küme düşürdü.
Adalet mekanizması sarsıldı. Başkanlık sisteminin belki de en büyük defosu “adaletin asli hüviyetini kaybedip hukuk temelli olmaktan uzaklaşması” diyebiliriz.
Diğer taraftan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin birçok davada Türkiye’yi mahkûm ederek yüklüce tazminatlar ödetmesine rağmen, AİHM kararlarının uygulanmaması da ortağı olduğumuz birçok uluslararası anlaşmalara gölge düşürüyor.
HUKUK VE BAŞI BOŞLUK
Özellikle 15 Temmuz hain darbe girişimi sonrası ortaya çıkan kriz, suç olgusunun tekrar tanımlanmasına neden oldu.
Böylece somut delil ortadan kalktı ki bu da anayasaya aykırı keyfi ve haksız cezalandırmalara yol açtı.
Bu yeni süreç -üst mahkeme kararına karşı direnmek gibi- mahkemelerin kanun ve hukuk tanımadıkları hissi uyandıracak icraatları da ortaya koydu.
Hukuk askıya alınarak, hala birçoğunun sebebini/suçunu bilmediği KHK’larla ihraçların yanı sıra, “beka” söylemi çerçevesinde oluşturulan korku ortamı, binlerce kişinin işinden atılmasına ve cezaevinde yatmasına neden oldu.
DIŞ İLİŞKİLER
Son olarak, en çok tutarsızlıkları dış politikada yaşadık. Dış politikada baştan beri alınan yanlış kararlar ve sürdürülen iki yüzlü tavırlar, ciddi rahatsızlıklara ve tartışmalara yol açtı. Nerede kiminle ne iş tuttuğumuz belli değil.
Rusya ve Çin’e yaklaşan Türkiye, hem Avrupa ve Amerika’nın müttefiki, hem de onlardan gelecek yaptırımlara açık hale geldi. Suriye’de Rusya’ya rağmen, Rusya ile iş birliği gibi saçma bir paradoksa sürüklendik.
Mısırla kanlı bıçaklıyken birden dostluk türküleri söylemeye başladık. Suriye’ye de barış mendilleri sallayarak, dış politikada küslük olmaz deyip büyük bir başarı edasıyla diplomatik atağa geçtik.
Bütün bunlardan sonra, işin en tehlikeli yanı ne derseniz; Gerçek yüzü ancak 28 Şubat gibi dönemlerde ortaya çıkacak -acı tecrübesini geçmişte yaşadığımız gibi- birinin işbaşına gelecek olma ihtimali. Fani dünyada her seçimin herhangi biri tarafından kazanılma ihtimali göz ardı edilmemeli, bu yetkiyle donatılacak birinin ülkeye ve millete verebileceği zarar hatırdan çıkarılmamalı.