Çoraklaşan Şehirler: Nereye Bu Gidiş?
Geçenlerde gözüme çarpan bir resim, Tanpınar’ın “Beş Şehir”[1] adlı kitabında Bursa için yazdığı şu satırları hatırlattı:
“Kuruluş asrından sonra Bursa, sevdiği ve büyük işlerinde o kadar yardım ettiği erkeği tarafından unutulmuş, boş sarayının odalarında tek başına dolaşıp içlenen, gümüş kaplı küçük el aynalarında saçlarına düşmeye başlayan akları seyrederek ihtiyarlayan eski masal sultanlarına benzer.”
Bu ifadeler yeni başkent İstanbul olunca Bursa’nın terkedilişine bir ağıt gibidir. Tanpınar’ın bu kitabında anlattığı beş şehirden biridir Bursa. Yazarın kitapta bahsettiği tüm şehirlerin “özgün” ruhunu 1990’lı yılların sonuna kadar gezdiğim Erzurum, İstanbul şehirlerde bulmak mümkündü. Ancak 2000’li yılların başlangıcından itibaren güzel olan her şey gibi buraların kendine has dokusu “kokusu” değişti maalesef.
Bursa’nın önceki ve son hali…
Şehirlerimiz her geçen yıl bir öncekinden daha çoraklaşıyor. Örneğin geçen sonbaharda Konya’yı ziyaret ettiğimde gördüğüm manzara karşısında şoke oldum. Üniversite yıllarımda şüphesiz Konya, daha yeşildi. Örneğin Mevlana türbesinin önünde kocaman ağaçlar ve güllerin bulunduğu; insanların öğlen sıcağında çimenlere oturup veya uzanıp dinlendiği bir alan vardı.
Ancak son ziyaretimde bu yer adeta tanınmaz bir haldeydi.Oradaki ağaç ve çimenlerin sökülüp zeminin beton ile kapatılmasını, canlı çiçeklerin yerine de yapay çiçeklerin kondurulmasını hiç bir mantığa sığdıramadım. Camiden çıkan insanlar güneşin altında o tuhaf beton zemine oturamayacağına göre, “namazı kıl ve git” şeklindeki “fast-food” mantığına sığdırılmış bu manzarayı kendime de izah edemedim.
Bu kötülüğü insan kendi şehrine, insanına neden yapar?
Sadece Konya mı? Iğdır şehir merkezi de aynı durumda. Çocukluğumu geçirdiğim Iğdır’da uzunca bir taş balkonu olan tek katlı evlerin ön bahçesinde çiçekler ve ağaçlar, arka bahçesinde ise her türlü meyve ağaçları vardı. Bölgenin sıcak iklimine uygun yapılmış bu evlerin balkonu ve bahçesi, içeride durmanın dayanılmaz olduğu sıcak yaz günlerinde insanlara serinlik ve huzur verirdi.
Günümüzde artık bu bahçelerin yerinde estetikten ve bir yudum ferahlıktan yoksun apartmanlar duruyor. Üstelik çoğu binanın önünde bir metre bile yeşil alan yok!
Yukarıdaki soruyu tekrarlamak istiyorum:
Bir insan kendine niçin bu kötülüğü yapar?
Her yer aynılaştı, özelliğini kaybetti. Tuhaf bir talan güdüsüyle donanmış halde her yeri betona boğarak çoraklaştırmak…Sonra o betonlarda yaşamanın verdiği sıkıntıya daha fazla dayanamayarak ilk fırsatta kendini rahatlatacak “doğal” alan aramak ve bulunca da oraları da mahfetmek…
En trajik değişimlerden birisi de zavallı Uzun Göl’e yapıldı. Burayı ilk ve son kez 1995 yılında aşağıdaki ilk haliyle görmüştüm. Sonraki yıllardaki değişimi de gözlerimle görmeye dayanamayacak halde.
Uzun Göl: Sol taraftaki resim 1995 yılına ait, diğeri günümüzdeki hali…
Apartmanlarda hapsolmak zorunda kaldığımız bu pandemi döneminde öğrendiğimiz en önemli şeyler, toprağa ayak basma ihtiyacımız ve para uğruna tükettiğimiz o topraktır.
Sonuçta geldiğimiz noktada şehirler “ruhunu” kaybederek, estetikten yoksun “Toki Lego Konutları”nın işgaline uğradı.
Tüm şehirler Tanpınar’ın benzetmesiyle keşke “unutulmuş masal sultanı” olarak kalsaydı. Böylece para uğruna buralara insan eli değmeseydi ve kendi haline bırakılsaydı.
[1] Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir”, Dergah Yayınları, 29.Bsm. 2011
Erkut Erdemli 3 Yıl Önce
Yüreğinize, aklınıza sağlık. Anlattıklarınıza itirazı olan insan olacağını sanmıyorum. İtiraz etmeyecek insanlar hala betona yatırım yapıyor. ‘İstanbulu mahvettik bunda benimde payım var. Artık yatay mimariye geçiyoruz’’ dedikleri zamandan neredeyse üç dört sene geçti. Hala istanbulda kırk katlı binalar yükseliyor maalesef. Artık istanbul yaşanmaz bir hale gelmiş vede gidecek yerlerde de aynı sorun var maalesef.