Her yaz, kendimi bu kadim kentin ihtişamlı geçmişinin izlerini taşıyan Sur’a atar, o taştan yapılmış dar sokaklarda dolaşarak geçmişin izini sürmeye çalışırdım. Böylece orada geçirdiğim zamanın her ‘an’ında mazinin dingin kokusuna dalardım.
İki milyona yakın nüfusu barındıran bu şehir, her geçen yıl biraz daha batıya doğru genişleyerek yayılmaktadır. Maalesef yeni olan her zaman cazip ve tüketilmeye daha açıktır. Bizim oralardaki bir atasözü bu durumu çok iyi özetliyor: “Taze geldi pazardan, köhne düştü nazardan” Diyarbakır’ın doğu ile batı tarafına olan “yerli” bakışını ifade eden yerinde bir sözdür.
Kendisi Diyarbakırlı bir Ermeni yazar olan Mıgırdıç Margosyan, “Gavur Mahallesi” ve “ Söyle Margos Sen Nerelisen?” isimli kitaplarında çocukluğunun geçtiği Diyarbakır “küçe”lerini ne güzel anlatıyor. Bu iki kitabı okuduğunuzda geçmişte bu taş küçelerin ve taş evlerin nice güzelliklere, dostluklara şahitlik ettiğini düşünüp; bugün bunların yok oluşuna hüzünlenmeden edemezsiniz. Margosyan’ın diğer kitaplarında ise İstanbul’a göçün yarattığı Diyarbakır’a, anılara dair ince, derin özlemin sızısını görebiliyoruz.
Diyarbakır Margosyan okunmadan yeterince hissedilemez.
Ekonomik düzeyi yüksek kesim, yıllar içinde Sur’dan ayrılarak daha lüks semtlere taşındılar. Sur, kendisini daha “nezih” ve “güvenli” yaşam alanları uğruna terk edip gidenlerin ardından mağrur başını dik tutup da “gidenlere selam olsun…” diyen cefakâr anadır bana göre. Sanki o “hangi amaçlarla giderseniz gidin, ruhunuzdaki boşluğu dolduracak yer bu tarafta” der gibidir. Neler yok ki burada! Hazreti Süleyman, Ulu Cami, Dört Ayaklı Minare, Hevsel Bahçeleri, On Gözlü Köprü, ihtişamlı surlar…
Bu terk edilişin dışında bir de Sur ilçesinin başına “kentsel dönüşüm” yıkımı diye bir talihsizliğin geldiğini uzun zaman önce gazetelerden öğrenmiştim. 2015 yılındaki hendek olaylarındaki çatışmalarda şehrin bu tarafındaki taş evlerin çoğu ağır hasar almıştı. Operasyonlar tamamlandıktan sonra restorasyon yapılacağını; evlerin aslına uygun bir şekilde sahiplerine verileceğini basından duymuştuk. Normalde olması gerekendi bu. Ancak buradaki meskenlerin tamamına yakını temelleri dahi yıkılarak yerlerine bambaşka binalar yapıldı. Üstelik evleri kendilerine geri verilmeyen insanlar anılarını,mazilerini geride bırakarak buralardan ayrılmak zorunda kaldılar. Bu "yeni" yapıların yanından geçtiğimde “bu bir şaka olmalı” diye şoke olmuştum. Son derece anlamsız, estetikten yoksun, maket gibi görünen bu evlerin orijinaliyle uzaktan yakından alakası yoktu.
Ben mekânın ruhunun varlığına inanırım. Yani bir mekân sadece nesnelerden müteşekkil olmayıp, içinde yaşanmış ya da yaşanacak nice anıyı barındıran bir bütünsellik taşır. Başka bir değişle mekân toplumsal ve bireysel bir hafıza aracıdır ve onu sonraki nesillere aktarır.
Örneğin çocukluğumuzun geçtiği yerlere yıllar sonra gittiğimizde vaktiyle buralarda yaşamış tanıdıklarımız hala olmasa bile gördüğümüz şey taştan, kerpiçten veya betondan nesneler olmayıp; çocukluğumuzun, geçmişimizin anıları değil midir? Şimdi ne kadar konforlu bir yaşamımız olsa da bazen bir koku, bazen bir müzik, kimi zaman da eski bir eşya bizi oralara götürmüyor mu?
Bu nedenle bir mekânın yerinden edilmesi tarihin, anıların, kollektif belleğin uçup gitmesidir aslında.
Sonuç olarak yaşanmışlıklar, dostluklar ve sevginin paylaşıldığı mekânları ince bir özlemle kitaplarında işleyen Margosyan’ın Diyarbakır’ı gittikçe hafızalardan siliniyor.