Brezilyalı yazar Jorge Amado “insanın anavatanı çocukluğudur.”derken bana göre “insanın evi çocukluğudur” demek istemiş olmalı. Aslında evden ayrılmayla tüm yolculuklar başlar. Büyük bir heyecanla yola düşen insan sonunda bir gün dönmeyi hayal ederek gittikçe uzaklaşır evden.
Bazıları, kendisinden esirgenen sevginin hesabını sormaya, kimi kendine verilen sevginin sükrü için; kimi de hayatının geri kalanında yaşadığı hayal kırıklığının tesellisi için dönmek ister.
Refik Halit Karay “Gurbet Hikâyeleri” adlı kitabında “ Uzakta olanlar için İstanbul’un kaldırımları bozuk değildir, sokaklarında çamur ve süprüntü yoktur; tramvaylarda ve vapurlarda azap çekilmez. Musluklardan Terkos yerine Kevser akar, sersemletici lodos ılık bir buse, dişleyici poyrazı bile serin nefestir…” şeklinde İstanbul’un gerçekliğinin özlem nedeniyle muhayyel güzelliğini ustaca betimler.
Aynı şekilde geçmişin özlemini çeken için sanki çamurlu sokaklarında ayakları kirlenen, kışın soğuktan vucudu sızlayan kendisi değilmiş gibi, geçmişin külfetli halleri zamanla flulaşır. Böylelikle sobası daima yanan sıcacık evin, fakir ama masum çocukluğudur hayalini süsleyen.
İnsan da bir nevi sürgün halindedir yaşam boyu. Kendini ait hissettiği yere dönmek ister yaş aldıkça.
Ancak dönen için “ev” artık ardında bıraktığı “ev” değildir.
Çocukluğun güzel hatıralarını bulacağını umduğu yerde yaşanmışlıkların hayaleti karşılar insanı. Beraber yaşadığı insanlarla anlamlı olan çocukluk, onların yokluğundan da anlamını yitirir.
Böylelikle elinde kalan sadece hatıralardır. Tıpkı Ashab-ı Kehf kıssasında anlatıldığı gibi uyandıklarında aradan yaklaşık 300 yılın geçtiğini fark etmeyerek; her şeyi yerli yerinde bulacağını umanların yaşadığı hayal kırıklığı ve şaşkınlığını yaşar “ev”e dönen.
“Geçmiş dünde kaldı, yarın ise daha yaşanmadı. O halde bugüne bakmak lazım” demiş şair. Gelecekte güzel mutlu günlerin bizi beklediğine dair inancımızı yitirdikçe sanırım daha çok sarılıyoruz geçmişe ve geçmişle ilgili her şeye. Bu şekilde teselli buluyor, hayatın insanı yontan acımasızlığı karşısında bir sığınak arıyoruz.
Şükrü Argın, “Nostalji ve Ütopya” adlı kitabında, her dönemin kendine ait zaman kipinin varlığından bahseder. Ona göre modern öncesine ait zaman kipi “geçmiş”, modern dönem için “gelecek” günümüz modern sonrası çağ için ise “şimdiki zaman” kipi geçerlidr. Modern öncesi insan henüz geçmemiş bir geçmişin gölgesinde yaşadığı için “dingin”dir. Modern insan ise henüz gelmemiş geleceği yakalamaya çalıştığı için “telaşlı”, günümüz insanı ise geçmiş ile gelecek arasında çakılı kaldığı için “şaşkın” haldedir. Bu yüzden de huzursuzdur.
Milan Kundera ise “Yavaşlık” adlı romanında bahsettiği gibi günümüz insanı kendini unutmak için hız iblisine teslim olmuştur. Unutmak için hızlanır insan. Hatırlamak için ise yavaşlar. Anı yaşamak isteyen insan unutmak zorundadır. Unutmak için ise hızlanması gerektiğini bilir. Kemal Sayar da, hızlı yaşayan insanın geçmiş ile bağının kopacağına dikkat çeker.
Sonuç olarak “ev” dediğimiz geçmişe çocukluğumuzun nostaljik hatıralarına dönmek ister her insan. Ancak oraya varmak o kadar da kolay değildir günümüzün sıkışıp kalmış, “hızlı” insanı için.
Kendini bir şekilde bu keşmekeşten sıyırıp oraya atan insan için de huzur artık daha da uzaklaşmıştır.