MEFKÛRE’NİN ARDINDA KALAN
Onu ilk defa 1988 yılının eylül ayında İstanbul’da koridorundan boğazın karşı kıyısında Dolmabahçe Sarayı’nın tüm heybetiyle göründüğü yatılı okulumuzun lavabosunda abdest alırkan gördüğümü hatırlıyorum. Babasının imam olmasından mıdır, okulun o zamanlar tek başörtülü öğrencisi olmasından mıdır, davranışlarını hep sınırlar, yaşından daha olgun tavırlar gösterirdi.
Dört yıl boyunca beraber büyüdük onunla. Çok cesurdu. Doğru bildiği bir fikri sonuna kadar savunur, zaman zaman hocalarla bile tartıştığı olurdu.
Sınıftaki diğer kızların dini değerlere mesafeli olsalar da ona karşı adı konulmamış bir saygı duyduklarını hissederdim.
Mezun olduğumuz hafta şu an hatırlamadığım bir sebepten tüm sınıfa küstü, kendini kapattı. Hiçbirimiz ona neden böyle davrandığını sor(a)madık.
Abisiyle okulun güllerle dolu bahçe kapısından çıkmadan önce arkasına dönüp baktığında göz göze geldiğimizi hatırlıyorum. Ne o geri dönüp bana sarıldı, ne de ben ona koştum. Öylece ayrılıverdik.
Bunun ona son bakışım olduğunu nereden bilebilirdim ki!
Aynı yılın Eylül ayında Erzurum Numune Hastanesi’ne anestezi teknisyeni olarak atanmıştım. Aynı zamanda Atatürk Üniversitesi’ne başlamış, gece nöbet, gündüz okul döngüsünde koştururken, onun da Erzurum’un bir ilçesine atandığını öğrenmiş, ona bir mektup yazmıştım. Bir kez de telefonda görüşmüş, merkeze geldiğinde buluşmak üzere sözleşerek telefonu kapatmıştık.
Bu, onun sesini son kez duyuşumdu.
1993 yılında daha 19 yaşında sevgili arkadaşım vefat etti. Bir türlü buluşamadan, yarım kalmış vedamızı yapamadan bırakıp gitti…
Tam olarak neler yaşadığını, hangi içinden çıkılmaz sorunların ona bu seçimi yaptırdığını hiçbir zaman öğrenemedim.
Onu aradan geçen bunca yıla rağmen asla unutmadım. Birgün ailesine ulaşmaya karar verdiğimde aradan 26 yıl geçmişti.
İlk kez tanıştığımızda kırklı yaşlarında olan anne babası ile yeniden karşılaşmamız çok hazindi. İkisinin de gözlerinde ve evlerinin her köşesinde onun yasının derin izi saklanıyordu hala. Gülümsemeleri bile hüzünlüydü.
Nihayet hayattayken göremediğim sevgili arkadaşımı mezarında görmek de varmış nasipte. İnsan mezarını görmediği bir sevdiğinin hala bir yerlerde yaşadığına inanmak istiyor sanki. “O ölmemiştir, yaşıyordur” diyordu içimden bir ses önceden. Oysa şimdi gözlerimle yattığı yeri görünce artık ikna olmuştum. “Evet, Mefkûre ölmüş ve Allah’ın Rahmet’indeydi artık.” dedim o günden sonra.
Sevgili arkadaşım ardında hayallerini, umutlarını, yaşanacak ve biriktirilecek birçok anıyı bırakarak göçüp gitmişti.
…ve o gitti…ardında bir sürü pişmanlıkların, “keşke”lerin, “niçin”lerin boşluğunu bırakarak…
Şimdi zamanı geriye döndürebilseydim, kapıdan çıkarken son kez dönüp bana baktığında koşup ona sıkıca sarılmayı, sonrasında dünya meşgalesini bir kenara bırakıp yanına giderek, “hayatta her sorunun mutlaka bir çözümünün olduğunu” ona söylemeyi, onun yanında olmayı ne çok isterdim.
Mefkûre, ne hata yaparsa yapsın anne babaların çocuklarının yanında olmalarını, onların asla yalnız bırakılmaması gerektiğini acı bir şekilde öğretti.
Diğer yandan sevdiğini söylemen gerektiğinde söylemeyi, sarılman gerektiğinde sarılmayı, özür dilemen gerektiğinde özür dilemeyi; bunları yapmak için gururun bir kenara bırakılması gerektiğini de öğretmişti.
Zira birgün gelir bunları söylemek için sevdiklerimizi yanımızda bulamayarak derin pişmanlıklar yaşayabiliriz.
Ümmügülsüm Karacaoğlu 3 Yıl Önce
Yüreğine sağlık kardeşim benim. Allah rahmet eylesin Baki kalan bu kubbede sadece böyle hoş sadalar imiş