Bir önceki yazımızda “Dava, Gönül ve İş İnsanı” başlığıyla giriş yaparak aktardığımız, merhum Süleyman Çalışkan’ın hayatıyla ilgili kesitlere ikinci bölümüyle devam ediyoruz.
Teşkilatçılık, hayatının ayrılmaz parçalarından biriydi. Hayatının tüm dönemlerinde aktif çalışma içinde oldu. “Teşkilatçılık iğneyle kuyu kazmaktır, bu iş lafla olmaz ” derdi. Bunu yaşayarak gösterirdi.
Normalde parti tamimlerinde ayda bir gidilmesi gereken sorumlusu olduğu illerin yönetim kurulu toplantısına mesafe tanımaksızın her hafta giderdi. Zihni, gönlü ve bir ayağı sorumlu olduğu yerdeydi. Katılmak zorunda olduğu toplantılara deyim yerinde ise namaz kadar önem verir, mutlaka katılmaya gayret ederdi.
Teşkilat mensuplarının uyum içinde olmasına özen gösterir, husumete müsaade etmezdi. Bir sorun çıktığında tepkileri üzerine alır “Bunu ben yaptım, sorumlusu benim” der, böylece başka kimselerin incinmesine müsaade etmezdi.
DAVA ADAMLIĞINDA AİLENİN ROLÜ
Tek başına dava adamı olmayı yeterli görmez, aile fertlerinin hep birlikte dava için omuz omuza aktif olması gerektiğini savunurdu. Bir insanın kendi ailesi dava faaliyetlerinde yanında olmadıkça yetersiz kalır diye düşünürdü.
Etrafında etki ettiği çevresi ve ailesinin aktif olarak davanın içerisinde olmasına gayret gösterirdi. İkinci ve üçüncü neslin de davaya sadakatini önemli bir husus olarak görürdü.
Dava ve hayır işlerine infak edilmesini çok önemserdi. İsrafın kötülüğü, infakın iyiliğini anlatırken; “İsrafta hayır; hayırda israf olmaz” derdi. Yardımla ilgili un çuvalı benzetmesi yaparak, Bir insanın “zaten ben bir yere yardım yapıyorum” deyip çekilmesi değil, her tarafa yardımda bulunması gerektiğini savunurdu. “Müslümanlar un çuvalına benzer. Falan cemaate de filan derneğe de filan kuruma da yardım etsin. Müslümanlar un çuvalı gibidir, çuvalı silkeledikçe un dökülür, ama çuvalı da delmemek gerekir, delersen çuval boşalır. Delme ama silkele” derdi.
İnsanı uyuşturan ve şuursuzlaştıran Müslümanlığın karşısındaydı. “İslam hayat nizamıdır” der, Müslümanın her şeyde tek ölçüsünün İslam olması gerektiğini sürekli hatırlatırdı.
Fırsat buldukça muhataplarına davasını anlatırdı. Bazı insanların asla ikna olmayacağını bildiği halde yine de davayı anlatmayı kendine vazife görürdü. “Olsun biz bunları söyleyelim. Bugün kabul etmezse de yarın bir gün bu söylediklerimizi anlar, aklında yer eder, hepsini değilse de birazını kabul eder, biz anlatalım” derdi. En muarızlarına bile saatlerce anlatmaktan çekinmezdi. İkna yollu konuşmanın etkili bir araç olduğunu düşünürdü.
Teşkilat çalışmalarında fedakarlık önemliydi. Kendisi birçok seçimde milletvekili ve belediye başkan adayı olmasına rağmen, seçilme fırsatı olan (1995) seçimlerinde milletvekilliği fırsatını elinin tersiyle itmiştir.
MİLLİ GAZETE
Milli Gazete hassasiyeti had safhadaydı. Milli Gazete okumak bir şuur meselesiydi. Kişinin şuur kalitesinin, okuduğu gazeteyle ilgili olduğunu düşünürdü. Milli Gazetenin daha çok kitleye ulaşması, daha çok okunmasını önemser her eve girmesi ve abonesinin artması için çaba gösterirdi. “Bir kimse Milli Gazete okuyorsa feraset sahibidir, olaylara bakışı sağlamdır,” der ve gazeteyi reklamlarına kadar satır satır okurdu. Gazeteyi bir eğitim ve şuur aracı olarak görürdü.
VESAYET DÖNEMİNDE DİK DURUŞ
28 Şubat’ın yoğun yaşandığı dönemlerde gelir düzeyi yüksek ailelerin çocuklarını İmam-Hatip Liseleri yerine özel okullara ve kolejlere gönderdiğini duyunca muhataplarına “Suçluyu başka yerde aramaya gerek yok. İmam Hatipleri 28 Şubatçılar değil, biz kendi elimizle kapatıyoruz!” derdi.
28 Şubat döneminde davası uğruna bedel ödeyerek, -Refah Partisi kapatılması davası çerçevesinde- beş ay cezaevinde yatmıştır.
Hapishanede bulunduğu sırada yanına ziyaretçi olarak gelenlere, savunduğu gerçekleri, davanın önemini anlatır ve onları teskin etmeye çalışırdı. Sabırlı ve metanetli duruşuna ziyarete gelenler şaşırıp kalırlardı.
Hapishaneden çıktığı gün de Partisinin aylık il divan toplantısı haberini alınca direk toplantıya gitmiş ve orada bulunanlarla duygu seli yaşanmıştır.