18.03.2022, 10:53 279

DAĞILAN İNSANLIK TESPİHİ " Bir tebessüm de mi kalmadı? "

     Vakit daha erken. Kendini kapıda buluyorsun ansızın. Sokağa çıkıyorsun. Dışarıda gül yüzlü bir sabah karşılıyor seni. Tabiat, sakinleriyle tam bir uyum içinde. Güneşten zerreye kadar her şey bir denge ve bir nizam çizgisinde seyran ediyor, devran ediyor. Ve sen yürümeye başlıyorsun. Her adımda küçük taşlar değiyor ayaklarına. Sendeliyorsun arada bir ama aldırmıyorsun; devam ediyorsun. Zira bir umut tomurcuğu hâlâ kıpırdıyor yüreğinin tarlalarında. "Evet, bu sefer olacak" diyorsun. "Sıcak, samimi, mütebessim bir çehrenin aydınlığı değecek gözlerime ve umut tomurcuğum çiçeğe duracak" diyerek noktayı koyuyorsun cümlenin hatimesine. Aslında cümlen daha bitmedi. Sen nokta koyunca bitti zannediyorsun ama içten içe yürümeye devam ediyor kelimelerin. Ama farkında değilsin henüz...

     Ve sen yürüyorsun. Adım adım, umut umut. Hafif bir tebessüm ikram ediyorsun eli telefona kelepçelenmişlere. Umutluydun, zira “umut” insan denen varlığın nam-ı diğeriydi. Lakin hüsran rüzgârına tutuluyorsun. Bu ikramın karşılık bulamıyor, geri çevriliyor. Yani görülmüyor. Ama sen içindeki o kıpırtıyla aynı niyetle devam ediyorsun yoluna. Antakya’nın o dar sokaklarına döşeli suskun taşlara baka baka rast geldiğin her yüze, her kapıya “Selâmün Aleyküm” isminde bir tebessüm duası uzatıyorsun. Ama aldığın cevap umumiyetle aynı oluyor: “Buyur! Ne istemiştin?” Hâlbuki “Ve Aleykümü’s- Selâm” duasının tam yeriydi şimdi. Ve zahiren karşındaki hemcinslerin o tıynette gibi görünüyor. Niye olmadı ki şimdi? Neyse biraz üşüsen de üşenmiyorsun yerdeki taşları saymaktan. Devam ediyorsun ve biraz yavaşlasa da içindeki kıpırtı da devam ediyor.

     Bir antikacı dükkânına rast geliyorsun bir süre sonra. İçeride kimse yok henüz. Camekânı seyrediyorsun. Eskilere gidiyorsun. O eskimeyen eskilere. Savaş, kan, gözyaşı, zulüm, hırs ve tamahın uğramadığı o semtlere. Bu zamanın gurbetinden göçüp rüyalarını süsleyen o sılana dönüyorsun sanki. Neler gelmiyor ki aklına? Hangi hatıra düşmüyor ki gözlerinden damla damla? Mesela, şu gaz lambası neler neler söylüyor, neler neler hatırlatıyor sana öyle. Şu masadaki köstekli saat bir şair olmuş sanki. Öyle şiirler okuyor ki sana, dinlemiyorsun adeta yudum yudum içiyorsun. Sadece onlar mı? Desen desen şu tabaklar, bardaklar, telefon ahizeleri, radyolar ve hatta şimdilerde ismini bile duymak istemediğin kâğıt paralar bile şu camdan bakınca bir kitap olmuş gibi duruyor karşında. “Haydi, beni oku! Oku ki seni sana anlatayım!” diyor. Ama duymuyorsun. Çünkü bu kitaplar sırlı. Ve sen artık uzak bir yabancısın. O sırrı yitireli epey vakit oldu. Ama sen bunun belki farkındasın, belki de değilsin...

     Sen yürümeye devam ediyorsun. Kim bilir belki de kaybettiğin o sırrı arıyorsun. Hem de hayatın tam içinde. Zira “bir şey hayatın yüreğinde atmıyorsa o şey aslında hayatta değildir, ölmüştür.” Sen öyle okumuş, öyle anlamış, öyle hissetmiş ve belki de öyle itikat etmişsin.

     Taşlı yolun bitmek üzere. Ama sen bu yolun bitsin istemiyorsun. Ve başka bir yerden aynı yolu tutuyorsun; aynı yola tutunuyorsun. Dağdağalı hadiseler içinde umuda tutunur gibi, sımsıkı. İçinde hâlâ o umut tomurcuğuna dair o kıpırtı var. Ayakların da onun eşliğinde kıpırdıyor. Vakit yavaş yavaş geçiyor. İnsanlarsa daha hızlı ve daha çabuk geçiyor / göçüyor önünden, yanından. Kimseyi seçemiyorsun ve kimse kimseyi seçemiyor. Çünkü etrafın sisli, etrafın dumanlı. Dört yanın dünya sisi, dört yanın dünya dumanı, dört yanın yalan-dolan ekranı. Bir tebessümü yakalamak, bir sırrı bulmak şöyle dursun kendini bulmak, kendini korumak bile çok güç. “Durun! Bu gidiş nereye? Nereye kadar bu hız? Nereye kadar bu haz? Nereye kadar bu telaş? Nereye kadar bu uğraş? Bakın yanıyoruz, bu birbirimizle bir savaş; bu birliğimize bir ateş!” diyemiyorsun. Çünkü duran yok, duyan yok. Ve aradığın o tebessüm hâlâ yok...

     “O’nu (c.c) duymayan seni mi duyar?” diye söyleniyorsun sonra içinden. Ve asırlar evvelinden haykıran ve gittikçe büyüyen bir Ferman yankılanıyor gönül ülkende ansızın:

“Fe eyne tezhebûn / Nereye gidiyorsunuz?” (Tekvir Sûresi-26)

Kendine bakıyorsun; elinde / önünde dağılan insanlık tespihine bakıyorsun ve sonra dönüp ayağın altındaki birbirine kenetli eski taşlara bakıyorsun. Ve hafiften tebessüm ediyorsun. Ve tebessüm ediyor bir küçük çiçek yürek tarlanda. Sonra ne mi oluyor? Bir daha o küçük taşlara taş diyemiyorsun. Ve onlara basmamayı öğretiyorsun ayaklarına…

Yorumlar (1)
Veysel Aytaç 3 yıl önce
Güzel bir yazı olmuş
sanalbasin.com üyesidir
18
açık
Namaz Vakti 21 Kasım 2024
İmsak 05:53
Güneş 07:16
Öğle 12:30
İkindi 15:10
Akşam 17:33
Yatsı 18:51
Puan Durumu
Takımlar O P
Takımlar O P
Takımlar O P
Takımlar O P
Whatsap İhbar Hattı