Flaş Haber
Ümmetin Habibullah Hasreti
Aksa Tufanı şahidinden; 7 Ekim süreci! Dr. Rukiye Demir Salhiya, Gazze’de yaşadıklarını kaleme aldı…
Başörtüsü sorunlarından dolayı Malezya’ya okumaya giden ve ilerleyen süreçte Gazze’nin ilk uluslararası öğrencisi olan Dr. Rukiye Demir Salhiya 7 Ekim sürecini ve Gazze’de yaşadıklarını anlattı.
GÜNDEM
07.10.2024, 04:35
2
Rukiye Demir Salhiya, başörtüsü sorunlarından dolayı Malezya’ya okumaya gitti. Malezya’da tanıştığı Filistinli dostlarına Gazze’de master yapmak istediğini söylediğinde ona inanmadılar. Mazlum coğrafyanın dertleriyle dertlenerek büyüyen herkes gibi Gazze halkının yanında olmak istiyordu Rukiye. Gazze’de master yapmak her ne kadar delice geliyorsa da insanların kulağına, o vazgeçmedi bu hayalinden. Ve Gazze’nin ilk uluslararası öğrencisi oldu Rukiye. Gazze ona sadece okul olmadı, yuva oldu, yurt oldu. O artık bir Gazzeliydi. Yüreği Gazze’yle atan herkes gibi…
Gazze’ye gitmek çocukluk hayalimdi. Bu hayalimi söylediğimde herkes bunun imkânsız olduğunu söylüyor ve benimle dalga geçer gibi gülüyorlardı. Fakat bu imkânsız bir hayal değildi çünkü biz âlemlerin Rabbine inanıyoruz.
Gazze’ye gitmek istiyordum çünkü bizler mahzun coğrafyaların derdiyle dertlenerek büyümüştük. Bana diyorlar ki, Yemen’de de sorun var, Suriye’de de sorun var, Irak’ta da sorun var; neden Gazze? Dünyaya baktığımız zaman yeryüzünde muhteşem bir oran var. Kâbe onun kalbiyse, İstanbul beyni, Kudüs de şah damarı olur. Şu an dünyanın şah damarı tıkanık ve yeryüzü büyük bir zulümle baş başa. O yüzden Filistin’deki insanlık dramı son bulursa, adalet sağlanabilirse Peygamber Efendimiz’in (sav) buyurduğu gibi bütün dünyaya Kudüs’ten adaletin yayılacağına inanıyorum. Bu nedenle Filistin topraklarına gitmek ve orada elimden geleni yapmak istiyordum. Elhamdülillah 7 yıl önce zorlu bir yolculuğun ardından Gazze’ye ilk uluslararası öğrenci olarak ulaştım.
Herkes 7 Ekim’den itibaren Gazze’deki şartların ağırlaştığını düşünüyor, halbuki Gazze’de yaşam her zaman çok zordu. Öyle ki Gazze’de geçirdiğim 7 yılın ardından artık bombardıman sesleri, süregelen illegal işgal ve hatta abluka altında yaşamak çok normalleşmişti. Zira Filistin halkı için, uğruna yaşadığı bu kutlu dava uğruna vazgeçilmez hiçbir şey yoktu; en düşük hayat standartlarında yaşamaktan tutun, en sevdiklerini bu yol uğruna gözlerini bile kırpmadan feda etmeye kadar…
Son zamanlarda ümmetin ve insanlığın onuru o kadar çok çiğneniyordu ki, artık Gazze halkı, direnişçi kardeşlerimizin bir şeyler yapmasını bekliyordu. Kudüs'te, sözde Yahudi bayramları adı altında Mescid-i Aksa'ya çok sık baskınlar yapılıyor ve bu baskınlar, Müslümanların namaz saatlerine denk getiriliyordu. Namaz kılan kardeşlerimiz ya dövülüyor ya da barbarca tutuklanıp tüm haklarından mahrum bir şekilde hapis hayatına mahkûm ediliyordu. Bütün bunlar, sadece kardeşlerimiz ibadet haklarını yerine getirmek istedikleri için oluyordu. Hayal edebiliyor musunuz?
Farklı bir perspektiften bakalım… Diyelim ki bugün Avrupa'da Hıristiyanların kiliselerinde ibadet edemediğini ve sadece ibadet ettikleri için dövülüp türlü işkencelere maruz bırakıldığını düşünün. Bu durumda ne yapardınız? Bırakın Hıristiyanları, başta biz Müslümanlar olarak yapılan bu zulme karşı durur, hakkın yanında yer alırdık, değil mi? Peki, biz ilk mescidimiz olan Mescid-i Aksa’da bu zulümler yaşanırken dünya nasıl tepki verdi? Çoğu ülke sessiz kalırken bazıları kınamakla yetindi. Ve Siyonist topluluk barbarlıklarına devam etti, çünkü onlar sadece güçten anlar.
Gazzeliler abluka altında olmalarına rağmen “İnsan ya izzetiyle yaşar ya da izzetiyle ölür" felsefesiyle yaşayan insanlar. Fakat Mescid-i Aksa’da namusumuzun çiğnenmesine karşı “Bizler neden bu zulme sessiz kalıyoruz?" diye Filistin'deki direnişçi kardeşlerimize dargınlardı. Kudüs hastanesi yakınlarında bir tanığımızdaydık. Bir de duyduk ki direnişçi kardeşlerimiz, 7 Ekim süreci olarak bilinen Aksa Tufanı'nı başlatmış. Henüz hayatının baharında olan yüzlerce evladımız, ümmetin ve insanlığın onurunu korumak için şehadete koşmuş ve eli silah tutan bütün gençler, dünya genelinde cihada davet edilmişti. Aynı gün, Siyonistler ilk karşılık olarak Rimal semtindeki Filistin Apartmanı'nı yıktılar ve ilk füzeyi de benim evime attılar. Evsiz kaldığımızı duyduğumuzda, ilk tepkimiz, "Allah’ım bizlerden kabul eyle" olmuştu. Aksa’da namusumuz çiğnenirken kendi mallarımızı ve canlarımızı düşünmezdik.
Filistin işgal edildiğinden beri ilk defa bu denli izzetli bir tepki verilmişti. Tek arzumuz, Mescid-i Aksa'nın özgürlüğüne kavuşmasıydı. Zira bizler, Allah'la çok kârlı bir ticaretin içindeydik ve bizim için inşaAllah bir kaybımız söz konusu değildi. Her anımızda çok kârlı bir kazanç içindeydik, çünkü hayatımız, bütün ibadetlerimiz ve hatta ölümümüz, âlemlerin Rabbi Allah (c.c) içindi. Gerisi de teferruattı. Tek endişemiz, sahip olduklarımızla en iyi nasıl direnebileceğimizdi. Bombardımanlar artarak devam ediyordu ve bizler her seferinde ölümün ucundan geçerek yer değiştirmek zorunda kalıyorduk.
Gazze'de insanların evleri bombalanınca, Gazze halkı ya hastanelere ya da okullara giderdi. Bu sefer de öyle yaptık; ancak düşman güçleri hiçbir hukuka saygı duymadığı için, çok kısa bir sürede okullar, hastaneler, ambulanslar, kurtarma ekipleri ve gazeteciler hedef alınarak savaş suçları işlemeye başlamıştı. Biz sağ kalanlarla direnmeye devam ediyorduk. Bebekler ve çok küçük çocuklarla ilk gittiğimiz Tel Al-Hava semtindeki Kudüs hastanesinde on binlerce insan üst üste hayata tutunmaya çalışıyordu. Birkaç metrelik bir alana bütün hayatlarını sığdırmış, küçük çocuklarıyla direnmeye devam ediyorlardı. İğne atsanız düşmeyecek olan bu hastane ve okullarda, su bulmak bile lüks bir hale gelmişti.
Ertesi gün, Siyonistler "Güvenli Koridor" olarak Gazze’nin Salahaddin caddesi üzerinde kuzeyden güneye bir yol güzergâhı belirlemiş ve insanlara oraya doğru ilerlemeleri için çağrı yapmıştı. O gün, o sözde güvenli koridorlardan geçmek zorunda kalan Gazze halkı bombalanmış ve 300'den fazla şehit vermişti. Buna benzer alçakça o kadar çok saldırı olmuştu ki, bizler bunlara alışmıştık. Siyonistlerin kendilerine yakışan şekilde davranıyorlardı.
Bombardımanlar arttıkça yer değiştirmek zorunda kalmıştık. Karşılaştığımız manzaralar karşısında imanımız tazeleniyor ve bir an bile tereddüt etmeden direnişe devam ediyorduk. İnsanların hep çok korktuğu ölüm olayının hakikatini orada görmeye şahit olduk. İnsanlar, sevdiklerini kaybetmekten korktukları için, namaz ve oruç ayetlerine gösterdikleri ilgiyi, farz kılınan cihad ayetlerine göstermezler. Oysa bizler, inananlar olarak hayatın da ölümün de yalnızca Allah’ın (c.c) elinde olduğuna iman ettiğimiz halde, çoğu zaman bunu unuturuz. Orada çok kez şahit olduk ki, eğer eceliniz geldiyse yolda yürürken ayağınıza taş isabet eder ve emaneti teslim edersiniz; eğer eceliniz henüz gelmediyse, füzeler yağmur gibi üzerinize yağsa bile kılınıza zarar gelmez. Bu durumu özetleyen o kadar çok örneğe şahit olduk ki… En son geldiğimiz Katar'ın yardımlarıyla hazırlanmış Hamed bölgesine gelmiştik. Buradayken aniden onlarca savaş uçağı tarafından çok dehşet verici saldırılar düzenlendi. O gün, hâlâ hayatta kaldıysanız, sadece bombardımanın gürültüsünden bile kalp krizi geçirmiş olabilirdiniz. Neyse ki Allah (c.c) bize yine hayatımızı bağışlamıştı. Bu bombardımandan sonra işgalci güçler Gazze halkına Mawasi denilen bölgelere gitmeleri şeklinde bildiriler dağıttı ve halk yine toplu olarak o bölgelere gitmek zorunda bırakıldı. O bölgeler Khan Yunis bölgesindeki denize yakın, çöl alanlarıydı. Bu, eğer bombardımandan ölmek istemiyorsanız gidip çölde soğukta ve açlıktan öleceksiniz demekti. Zira o zamanlar kışa giriyorduk; Aralık ayındaydık ve Gazze'de o mevsimlerde geceler çok soğuk olurdu. Henüz ortada çadırlar bile yoktu. Gazze halkı yine kendisini terk edilmiş hissedip başka çareleri olmadığı için akın akın o bölgelere giderken, bizler evlerde kalmayı tercih edenlerden olmuştuk. 120 binden fazla sakinin olduğu o yerde, çok az insan kalmıştı ve direnmeye devam ediyorduk. Çünkü bize göre, eğer Allah (c.c) bize ölüm yazdıysa, gitsek de kalsak da o bizi bulacaktı. Ayrıca bulunduğumuz yerleri terk etmezsek meydanlarda direniş gösteren kardeşlerimize destek olabilirdik.
Savaş uçaklarının bombardımanları, karadan ve denizden yapılan top atışları artarak devam ediyordu. Ağır çatışmaların tam ortasında kalmıştık; zaten 7/24 uçan dronlar sürekli üzerimizdeydi. Hava adeta ölüm kokuyordu. Bu ilk ablukanın ikinci günü baz istasyonlarını vurdular; bunun sonucunda bütün dünya ile irtibatımız kesildi. Bir hafta-on gün derken, yiyeceklerimiz ve sularımız tükenmeye başlamıştı, ne yapacağımızı bilemiyorduk. Namazlarımızı başlangıçta cem ettik, sonra teyemmümle devam etmeye çalıştık. Ancak bunlar yetmiyordu; su olmadan direnişe devam etmemizin imkânı yoktu. Dışarıda kuş uçmuyor ve drone’lar her yere saldırıyordu. Bu drone’lardan çıkan kurşunlar, normal kurşunlardan boyut olarak daha büyük olup, vücuda girdiklerinde çok ağır hasarlar bırakıyordu. Ne yapacağımızı düşünürken, evde biriken çöpü apartman kapısının önüne koymaya karar verdik; eğer çöpü gören olursa, belki yardıma gelirler diye düşündük. Eve dönüp, o an orada yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz şeyleri, namazlarda tek tek isim vererek Allah’tan (c.c) istemeye başladık. Bu bir tevafuk muydu? Çok geçmeden, İsmail adında bir genç kapıyı çaldı. "Siz korkmadınız mı, çıkmadınız mı?" diye sorunca, bizler "Allah’a (c.c) tevekkül ettik" dedik. "Peki, bir şeye ihtiyacınız var mı?" diye sorduğunda, bizler de, "Su ve yiyeceğe ihtiyacımız var" dedik. O zaman, kendi paramızla alamayacağımız taze sebzeler, meyve ve su ayaklarımıza kadar gelmişti. Çok mutluyduk, elhamdülillah, daha güçlü direnmeye devam edebiliyorduk. Sonra öğrendik ki, 120 bin ailenin yaşadığı o Hamed bölgesinde sadece 12 aile kalmışız. Kalanlarla birlikte kimde ne eksikse onu tamamlamaya başladık. Böylece bu ilk ablukayı daha kolay atlatabilmiştik.
O arada, etraftaki semtler yerle bir olmuş, artık Refah'ta kalacak yer kalmamıştı. İnsanlar, işgal güçlerine "Nereye gidelim, kalacak yer kalmadı" deyince, işgal güçleri yine alçakça davranıp, "Hamed bölgesine gidin, orası Yeşil Bölge ilan edildi" demişler. Gazze halkı, düşmana güven olmadığını gayet iyi biliyordu, ama uzun süredir çadırda kaldıkları için birçok temizlik imkânından yoksun yaşıyor, evlerine girme özlemi taşıyorlardı. Bir süre gelip dinlenmek, sonra yine çıkmak istiyorlardı. İnsanlar akın akın bulunduğumuz bölgeye gelmeye başladılar ve tam da o günlerde ikinci abluka başlatıldı. Gecenin bir vakti, bölgedeki bütün birliklerini oraya yığdılar; bombardımanlar, tank atışları ve çatışma sesleri artarak devam ediyordu. O saatten sonra, çıkanlar sadece kontrol noktalarından çıkabiliyorlardı. Halk sabaha kadar uyuyamamıştı. Sabah namazından sonra, işgal güçlerinin bildirisi nedeniyle halk akın akın kontrol noktalarına gitmeye başladı. Bir kısmı geçerken, diğer kısmı geri gönderildi ve ikinci gün, daha korku dolu bir atmosferde kalanlar çıkmaya çalıştı. Bize yardıma gelen İsmail de kontrol noktalarında infaz edilmişti, sadece başını yana çevirdiği için…
Bizler bu ikinci ablukadan yine kalanlardan olmaya karar vermiştik, zira kontrol noktalarına gitsek de farklı bir sonuç olmayacağını düşünüyorduk. Düşman o gün çok hızlı davranıyor, tanklar sokaklara doğru ilerliyordu. O günlerde ben çok hastaydım; zira o zamana kadar hâlâ hayattaysanız, en az bir enfeksiyonel hastalık geçirmeye başlamışsınız demekti. Bizler zaten evlerde kalarak şehadeti göze almış ve sıramızı bekliyorduk. Bir bombardımanda hayata veda edeceğimizi sanırken, bir de baktık ki düşman bu defa farklı bir yöntem uyguluyor. Tek tek apartmanlara girip evlere baskın yapıyorlardı. Bunu fark ettiğimizde abdestimizi tazeledik ve üstümüze başımıza çekidüzen verip "Hasbuna Allah ve Neamel Vekil" zikrini hep birlikte okumaya başladık. İşgalci güçler kapımızı kırıp içeri bir köpek gönderdi. Köpeğin üzerinde patlayıcı, onun da üzerinde kamera vardı. Yani en ufak bir harekette tüm kat havaya uçabilirdi.
Köpek içeri girdi, etrafı koklamaya başladı ve tam çıkarken yol arkadaşımın kolunu ısırdı; köpeğin dişleri, kadının koluna saplanmıştı ve bu yarım kurşun kadar zarar veriyordu. Acıyla bağırınca köpeği geri çektiler ve lazerli silahlarını üzerimize doğrultup, "Kollarınızı kaldırıp dışarı çıkın!" dediler. Çıkar çıkmaz, onlarla İngilizce konuşarak, "Ben Türkiye vatandaşıyım, elçiliğimle konuşmak istiyorum" dedim, başlangıçta umurlarında bile değildi. Israrcı olunca, "Kimliğini ver" dediler. Kimliğim yoktu, pasaportumu onlara uzattım. Ellerinde bir cihaz vardı; bunu yüzünüze tuttuklarında, bütün kimlik bilgileriniz ortaya çıkıyordu. Eşimin kim olduğunu öğrendiklerinde, onu bir dairede, bizleri de diğer dairede bekletmeye aldılar. O sırada, bize psikolojik baskı yaparak nasıl korkutmaya çalıştıklarını anlatmıyorum dahi. Komutanları, eşimi İsrail hapishanelerine götüreceklerini söyledi. Ben son beş senedir ülkeme gelememiştim. Eşim, "Rukiye sen yapabildiğini yaptın, artık ülkene dön, ailene dön" dedi. Bizleri alıp başka bir apartmana, diğer esirlerle birlikte topladılar; ardından tanklara koyup kontrol noktalarına götürdüler. Hamed bölgesinin yakınlarındaki yazlıklarda kurdukları kontrol noktasına getirdiklerinde, eşimin gözlerini ve ellerini bağlayıp götürdüler; bizleri de orada bir süre beklettiler. Esirleri götürdükleri binadan acı dolu bağrışmalar duyuluyordu ama içeride ne yaptıklarını göremedim. Dışarıda gördüğüm manzara şuydu: 15 yaş üstü erkekleri çırılçıplak soyup işkence ediyorlar ve beyaz bir üniforma giydirmeye çalışıyorlardı. Bazıları soğuktan, bazıları ise işkenceden bayılmıştı. Orada merhametin zerresi bile yoktu.
"Elçiliğimle görüşebilir miyim?" diye ısrar edince, bize "Gidebilirsiniz" dediler. Ancak biz nereye gideceğimizi bile bilmiyorduk. Akşam saatleriydi, her tarafta düşman yığınakları vardı. Düşman eli tetikteydi, denize doğru gitmemiz gerekiyordu ama denizden top atışları yapılıyordu. O saatte en ufak bir harekette savaş uçakları bombalıyordu. 5-6 kilometre yol yürümek zorunda kalmıştık. Şebekenin daha iyi olduğu bir yere geldiğimizde, ambulans şoförünü arayıp bizi almalarını talep ettik. Yolun yarısında ambulans gelip bizi aldı ve Refah'ta daha az bombardımanın olduğu bir eve götürdü. O eve geldiğimizde Kudüs elçiliği ile irtibata geçtim ve Gazze'den çıkış işlemlerinin başlatılmasını talep ettim. Normalde bu süreç çok daha uzun sürerken, Kahire elçisi bizzat Kızılay başkanıyla birlikte Refah kapısına 10 Mart tarihinde gelip beni aldılar. İlk uçakla Kahire'den İstanbul'a, oradan da Diyarbakır'a ailemin yanına geldim. Birkaç gün dinlendikten sonra, hiç zaman kaybetmeden konferans tekliflerini kabul ettim. Zira ben şu anda Gazze’de olsaydım, bir çadırda zorlu bir hayat mücadelesi veriyor olacaktım ve yapmak istediğim ilk şey ümmeti ve insanlığı uyandırmak olurdu…
Gazze’ye gitmek çocukluk hayalimdi. Bu hayalimi söylediğimde herkes bunun imkânsız olduğunu söylüyor ve benimle dalga geçer gibi gülüyorlardı. Fakat bu imkânsız bir hayal değildi çünkü biz âlemlerin Rabbine inanıyoruz.
Gazze’ye gitmek istiyordum çünkü bizler mahzun coğrafyaların derdiyle dertlenerek büyümüştük. Bana diyorlar ki, Yemen’de de sorun var, Suriye’de de sorun var, Irak’ta da sorun var; neden Gazze? Dünyaya baktığımız zaman yeryüzünde muhteşem bir oran var. Kâbe onun kalbiyse, İstanbul beyni, Kudüs de şah damarı olur. Şu an dünyanın şah damarı tıkanık ve yeryüzü büyük bir zulümle baş başa. O yüzden Filistin’deki insanlık dramı son bulursa, adalet sağlanabilirse Peygamber Efendimiz’in (sav) buyurduğu gibi bütün dünyaya Kudüs’ten adaletin yayılacağına inanıyorum. Bu nedenle Filistin topraklarına gitmek ve orada elimden geleni yapmak istiyordum. Elhamdülillah 7 yıl önce zorlu bir yolculuğun ardından Gazze’ye ilk uluslararası öğrenci olarak ulaştım.
Herkes 7 Ekim’den itibaren Gazze’deki şartların ağırlaştığını düşünüyor, halbuki Gazze’de yaşam her zaman çok zordu. Öyle ki Gazze’de geçirdiğim 7 yılın ardından artık bombardıman sesleri, süregelen illegal işgal ve hatta abluka altında yaşamak çok normalleşmişti. Zira Filistin halkı için, uğruna yaşadığı bu kutlu dava uğruna vazgeçilmez hiçbir şey yoktu; en düşük hayat standartlarında yaşamaktan tutun, en sevdiklerini bu yol uğruna gözlerini bile kırpmadan feda etmeye kadar…
Son zamanlarda ümmetin ve insanlığın onuru o kadar çok çiğneniyordu ki, artık Gazze halkı, direnişçi kardeşlerimizin bir şeyler yapmasını bekliyordu. Kudüs'te, sözde Yahudi bayramları adı altında Mescid-i Aksa'ya çok sık baskınlar yapılıyor ve bu baskınlar, Müslümanların namaz saatlerine denk getiriliyordu. Namaz kılan kardeşlerimiz ya dövülüyor ya da barbarca tutuklanıp tüm haklarından mahrum bir şekilde hapis hayatına mahkûm ediliyordu. Bütün bunlar, sadece kardeşlerimiz ibadet haklarını yerine getirmek istedikleri için oluyordu. Hayal edebiliyor musunuz?
Farklı bir perspektiften bakalım… Diyelim ki bugün Avrupa'da Hıristiyanların kiliselerinde ibadet edemediğini ve sadece ibadet ettikleri için dövülüp türlü işkencelere maruz bırakıldığını düşünün. Bu durumda ne yapardınız? Bırakın Hıristiyanları, başta biz Müslümanlar olarak yapılan bu zulme karşı durur, hakkın yanında yer alırdık, değil mi? Peki, biz ilk mescidimiz olan Mescid-i Aksa’da bu zulümler yaşanırken dünya nasıl tepki verdi? Çoğu ülke sessiz kalırken bazıları kınamakla yetindi. Ve Siyonist topluluk barbarlıklarına devam etti, çünkü onlar sadece güçten anlar.
Gazzeliler abluka altında olmalarına rağmen “İnsan ya izzetiyle yaşar ya da izzetiyle ölür" felsefesiyle yaşayan insanlar. Fakat Mescid-i Aksa’da namusumuzun çiğnenmesine karşı “Bizler neden bu zulme sessiz kalıyoruz?" diye Filistin'deki direnişçi kardeşlerimize dargınlardı. Kudüs hastanesi yakınlarında bir tanığımızdaydık. Bir de duyduk ki direnişçi kardeşlerimiz, 7 Ekim süreci olarak bilinen Aksa Tufanı'nı başlatmış. Henüz hayatının baharında olan yüzlerce evladımız, ümmetin ve insanlığın onurunu korumak için şehadete koşmuş ve eli silah tutan bütün gençler, dünya genelinde cihada davet edilmişti. Aynı gün, Siyonistler ilk karşılık olarak Rimal semtindeki Filistin Apartmanı'nı yıktılar ve ilk füzeyi de benim evime attılar. Evsiz kaldığımızı duyduğumuzda, ilk tepkimiz, "Allah’ım bizlerden kabul eyle" olmuştu. Aksa’da namusumuz çiğnenirken kendi mallarımızı ve canlarımızı düşünmezdik.
Filistin işgal edildiğinden beri ilk defa bu denli izzetli bir tepki verilmişti. Tek arzumuz, Mescid-i Aksa'nın özgürlüğüne kavuşmasıydı. Zira bizler, Allah'la çok kârlı bir ticaretin içindeydik ve bizim için inşaAllah bir kaybımız söz konusu değildi. Her anımızda çok kârlı bir kazanç içindeydik, çünkü hayatımız, bütün ibadetlerimiz ve hatta ölümümüz, âlemlerin Rabbi Allah (c.c) içindi. Gerisi de teferruattı. Tek endişemiz, sahip olduklarımızla en iyi nasıl direnebileceğimizdi. Bombardımanlar artarak devam ediyordu ve bizler her seferinde ölümün ucundan geçerek yer değiştirmek zorunda kalıyorduk.
Gazze'de insanların evleri bombalanınca, Gazze halkı ya hastanelere ya da okullara giderdi. Bu sefer de öyle yaptık; ancak düşman güçleri hiçbir hukuka saygı duymadığı için, çok kısa bir sürede okullar, hastaneler, ambulanslar, kurtarma ekipleri ve gazeteciler hedef alınarak savaş suçları işlemeye başlamıştı. Biz sağ kalanlarla direnmeye devam ediyorduk. Bebekler ve çok küçük çocuklarla ilk gittiğimiz Tel Al-Hava semtindeki Kudüs hastanesinde on binlerce insan üst üste hayata tutunmaya çalışıyordu. Birkaç metrelik bir alana bütün hayatlarını sığdırmış, küçük çocuklarıyla direnmeye devam ediyorlardı. İğne atsanız düşmeyecek olan bu hastane ve okullarda, su bulmak bile lüks bir hale gelmişti.
Ertesi gün, Siyonistler "Güvenli Koridor" olarak Gazze’nin Salahaddin caddesi üzerinde kuzeyden güneye bir yol güzergâhı belirlemiş ve insanlara oraya doğru ilerlemeleri için çağrı yapmıştı. O gün, o sözde güvenli koridorlardan geçmek zorunda kalan Gazze halkı bombalanmış ve 300'den fazla şehit vermişti. Buna benzer alçakça o kadar çok saldırı olmuştu ki, bizler bunlara alışmıştık. Siyonistlerin kendilerine yakışan şekilde davranıyorlardı.
Bombardımanlar arttıkça yer değiştirmek zorunda kalmıştık. Karşılaştığımız manzaralar karşısında imanımız tazeleniyor ve bir an bile tereddüt etmeden direnişe devam ediyorduk. İnsanların hep çok korktuğu ölüm olayının hakikatini orada görmeye şahit olduk. İnsanlar, sevdiklerini kaybetmekten korktukları için, namaz ve oruç ayetlerine gösterdikleri ilgiyi, farz kılınan cihad ayetlerine göstermezler. Oysa bizler, inananlar olarak hayatın da ölümün de yalnızca Allah’ın (c.c) elinde olduğuna iman ettiğimiz halde, çoğu zaman bunu unuturuz. Orada çok kez şahit olduk ki, eğer eceliniz geldiyse yolda yürürken ayağınıza taş isabet eder ve emaneti teslim edersiniz; eğer eceliniz henüz gelmediyse, füzeler yağmur gibi üzerinize yağsa bile kılınıza zarar gelmez. Bu durumu özetleyen o kadar çok örneğe şahit olduk ki… En son geldiğimiz Katar'ın yardımlarıyla hazırlanmış Hamed bölgesine gelmiştik. Buradayken aniden onlarca savaş uçağı tarafından çok dehşet verici saldırılar düzenlendi. O gün, hâlâ hayatta kaldıysanız, sadece bombardımanın gürültüsünden bile kalp krizi geçirmiş olabilirdiniz. Neyse ki Allah (c.c) bize yine hayatımızı bağışlamıştı. Bu bombardımandan sonra işgalci güçler Gazze halkına Mawasi denilen bölgelere gitmeleri şeklinde bildiriler dağıttı ve halk yine toplu olarak o bölgelere gitmek zorunda bırakıldı. O bölgeler Khan Yunis bölgesindeki denize yakın, çöl alanlarıydı. Bu, eğer bombardımandan ölmek istemiyorsanız gidip çölde soğukta ve açlıktan öleceksiniz demekti. Zira o zamanlar kışa giriyorduk; Aralık ayındaydık ve Gazze'de o mevsimlerde geceler çok soğuk olurdu. Henüz ortada çadırlar bile yoktu. Gazze halkı yine kendisini terk edilmiş hissedip başka çareleri olmadığı için akın akın o bölgelere giderken, bizler evlerde kalmayı tercih edenlerden olmuştuk. 120 binden fazla sakinin olduğu o yerde, çok az insan kalmıştı ve direnmeye devam ediyorduk. Çünkü bize göre, eğer Allah (c.c) bize ölüm yazdıysa, gitsek de kalsak da o bizi bulacaktı. Ayrıca bulunduğumuz yerleri terk etmezsek meydanlarda direniş gösteren kardeşlerimize destek olabilirdik.
Savaş uçaklarının bombardımanları, karadan ve denizden yapılan top atışları artarak devam ediyordu. Ağır çatışmaların tam ortasında kalmıştık; zaten 7/24 uçan dronlar sürekli üzerimizdeydi. Hava adeta ölüm kokuyordu. Bu ilk ablukanın ikinci günü baz istasyonlarını vurdular; bunun sonucunda bütün dünya ile irtibatımız kesildi. Bir hafta-on gün derken, yiyeceklerimiz ve sularımız tükenmeye başlamıştı, ne yapacağımızı bilemiyorduk. Namazlarımızı başlangıçta cem ettik, sonra teyemmümle devam etmeye çalıştık. Ancak bunlar yetmiyordu; su olmadan direnişe devam etmemizin imkânı yoktu. Dışarıda kuş uçmuyor ve drone’lar her yere saldırıyordu. Bu drone’lardan çıkan kurşunlar, normal kurşunlardan boyut olarak daha büyük olup, vücuda girdiklerinde çok ağır hasarlar bırakıyordu. Ne yapacağımızı düşünürken, evde biriken çöpü apartman kapısının önüne koymaya karar verdik; eğer çöpü gören olursa, belki yardıma gelirler diye düşündük. Eve dönüp, o an orada yaşamak için ihtiyaç duyduğumuz şeyleri, namazlarda tek tek isim vererek Allah’tan (c.c) istemeye başladık. Bu bir tevafuk muydu? Çok geçmeden, İsmail adında bir genç kapıyı çaldı. "Siz korkmadınız mı, çıkmadınız mı?" diye sorunca, bizler "Allah’a (c.c) tevekkül ettik" dedik. "Peki, bir şeye ihtiyacınız var mı?" diye sorduğunda, bizler de, "Su ve yiyeceğe ihtiyacımız var" dedik. O zaman, kendi paramızla alamayacağımız taze sebzeler, meyve ve su ayaklarımıza kadar gelmişti. Çok mutluyduk, elhamdülillah, daha güçlü direnmeye devam edebiliyorduk. Sonra öğrendik ki, 120 bin ailenin yaşadığı o Hamed bölgesinde sadece 12 aile kalmışız. Kalanlarla birlikte kimde ne eksikse onu tamamlamaya başladık. Böylece bu ilk ablukayı daha kolay atlatabilmiştik.
O arada, etraftaki semtler yerle bir olmuş, artık Refah'ta kalacak yer kalmamıştı. İnsanlar, işgal güçlerine "Nereye gidelim, kalacak yer kalmadı" deyince, işgal güçleri yine alçakça davranıp, "Hamed bölgesine gidin, orası Yeşil Bölge ilan edildi" demişler. Gazze halkı, düşmana güven olmadığını gayet iyi biliyordu, ama uzun süredir çadırda kaldıkları için birçok temizlik imkânından yoksun yaşıyor, evlerine girme özlemi taşıyorlardı. Bir süre gelip dinlenmek, sonra yine çıkmak istiyorlardı. İnsanlar akın akın bulunduğumuz bölgeye gelmeye başladılar ve tam da o günlerde ikinci abluka başlatıldı. Gecenin bir vakti, bölgedeki bütün birliklerini oraya yığdılar; bombardımanlar, tank atışları ve çatışma sesleri artarak devam ediyordu. O saatten sonra, çıkanlar sadece kontrol noktalarından çıkabiliyorlardı. Halk sabaha kadar uyuyamamıştı. Sabah namazından sonra, işgal güçlerinin bildirisi nedeniyle halk akın akın kontrol noktalarına gitmeye başladı. Bir kısmı geçerken, diğer kısmı geri gönderildi ve ikinci gün, daha korku dolu bir atmosferde kalanlar çıkmaya çalıştı. Bize yardıma gelen İsmail de kontrol noktalarında infaz edilmişti, sadece başını yana çevirdiği için…
Bizler bu ikinci ablukadan yine kalanlardan olmaya karar vermiştik, zira kontrol noktalarına gitsek de farklı bir sonuç olmayacağını düşünüyorduk. Düşman o gün çok hızlı davranıyor, tanklar sokaklara doğru ilerliyordu. O günlerde ben çok hastaydım; zira o zamana kadar hâlâ hayattaysanız, en az bir enfeksiyonel hastalık geçirmeye başlamışsınız demekti. Bizler zaten evlerde kalarak şehadeti göze almış ve sıramızı bekliyorduk. Bir bombardımanda hayata veda edeceğimizi sanırken, bir de baktık ki düşman bu defa farklı bir yöntem uyguluyor. Tek tek apartmanlara girip evlere baskın yapıyorlardı. Bunu fark ettiğimizde abdestimizi tazeledik ve üstümüze başımıza çekidüzen verip "Hasbuna Allah ve Neamel Vekil" zikrini hep birlikte okumaya başladık. İşgalci güçler kapımızı kırıp içeri bir köpek gönderdi. Köpeğin üzerinde patlayıcı, onun da üzerinde kamera vardı. Yani en ufak bir harekette tüm kat havaya uçabilirdi.
Köpek içeri girdi, etrafı koklamaya başladı ve tam çıkarken yol arkadaşımın kolunu ısırdı; köpeğin dişleri, kadının koluna saplanmıştı ve bu yarım kurşun kadar zarar veriyordu. Acıyla bağırınca köpeği geri çektiler ve lazerli silahlarını üzerimize doğrultup, "Kollarınızı kaldırıp dışarı çıkın!" dediler. Çıkar çıkmaz, onlarla İngilizce konuşarak, "Ben Türkiye vatandaşıyım, elçiliğimle konuşmak istiyorum" dedim, başlangıçta umurlarında bile değildi. Israrcı olunca, "Kimliğini ver" dediler. Kimliğim yoktu, pasaportumu onlara uzattım. Ellerinde bir cihaz vardı; bunu yüzünüze tuttuklarında, bütün kimlik bilgileriniz ortaya çıkıyordu. Eşimin kim olduğunu öğrendiklerinde, onu bir dairede, bizleri de diğer dairede bekletmeye aldılar. O sırada, bize psikolojik baskı yaparak nasıl korkutmaya çalıştıklarını anlatmıyorum dahi. Komutanları, eşimi İsrail hapishanelerine götüreceklerini söyledi. Ben son beş senedir ülkeme gelememiştim. Eşim, "Rukiye sen yapabildiğini yaptın, artık ülkene dön, ailene dön" dedi. Bizleri alıp başka bir apartmana, diğer esirlerle birlikte topladılar; ardından tanklara koyup kontrol noktalarına götürdüler. Hamed bölgesinin yakınlarındaki yazlıklarda kurdukları kontrol noktasına getirdiklerinde, eşimin gözlerini ve ellerini bağlayıp götürdüler; bizleri de orada bir süre beklettiler. Esirleri götürdükleri binadan acı dolu bağrışmalar duyuluyordu ama içeride ne yaptıklarını göremedim. Dışarıda gördüğüm manzara şuydu: 15 yaş üstü erkekleri çırılçıplak soyup işkence ediyorlar ve beyaz bir üniforma giydirmeye çalışıyorlardı. Bazıları soğuktan, bazıları ise işkenceden bayılmıştı. Orada merhametin zerresi bile yoktu.
"Elçiliğimle görüşebilir miyim?" diye ısrar edince, bize "Gidebilirsiniz" dediler. Ancak biz nereye gideceğimizi bile bilmiyorduk. Akşam saatleriydi, her tarafta düşman yığınakları vardı. Düşman eli tetikteydi, denize doğru gitmemiz gerekiyordu ama denizden top atışları yapılıyordu. O saatte en ufak bir harekette savaş uçakları bombalıyordu. 5-6 kilometre yol yürümek zorunda kalmıştık. Şebekenin daha iyi olduğu bir yere geldiğimizde, ambulans şoförünü arayıp bizi almalarını talep ettik. Yolun yarısında ambulans gelip bizi aldı ve Refah'ta daha az bombardımanın olduğu bir eve götürdü. O eve geldiğimizde Kudüs elçiliği ile irtibata geçtim ve Gazze'den çıkış işlemlerinin başlatılmasını talep ettim. Normalde bu süreç çok daha uzun sürerken, Kahire elçisi bizzat Kızılay başkanıyla birlikte Refah kapısına 10 Mart tarihinde gelip beni aldılar. İlk uçakla Kahire'den İstanbul'a, oradan da Diyarbakır'a ailemin yanına geldim. Birkaç gün dinlendikten sonra, hiç zaman kaybetmeden konferans tekliflerini kabul ettim. Zira ben şu anda Gazze’de olsaydım, bir çadırda zorlu bir hayat mücadelesi veriyor olacaktım ve yapmak istediğim ilk şey ümmeti ve insanlığı uyandırmak olurdu…