Son sürat seçime giriyoruz. Bu seçim zihindeki düşüncelerin alt üst olduğu bir dönem. Türk siyasetinin klişe tartışması sağ-sol kavramı artık anlamını yitirdi. Sağdakinden sol, soldakinden sağ icraatları ortaya çıktı. Sağ partiden solcu, sol partiden sağcı bilinen isimler aday listelerinde yer aldı.
Esasen bu tartışmanın temeli teslimiyetçi bir zihniyete yol açıyor, “Falanca kişi gelmesin diye filancanın bütün yanlışlarını kabulleniyorum” şeklinde bir yaklaşım ortaya çıkıyordu.
Burada şu hususu belirtmekte yarar var. 1930-1940’lı yılların CHP'sinin geçmişindeki bazı uygulamalar toplumda bir tedirginlik oluşturuyordu.
Evet, bugün bir kesimde halen CHP'ye karşı bir direnç var. Bunun tabii ki haklı bir tarihi arka planı var. Ancak bugün maalesef bu kitlenin oy verdiği “AK Parti’nin yozlaştırdığı değerlerin hiçbirisi insanın savunulabileceği” bir durumda değil.
Son dönemde Millet İttifakı Cumhurbaşkanı Adayı Sn. Kemal Kılıçdaroğlu'nun partisinin tavrına ilişkin özeleştirileri, önceki yapılanlara dair “hata yaptık” şeklindeki itirafları ve hatalarla anılan isimlerin büyük ölçüde tasfiyesi, marjinal grupların pasifize edilmesi CHP'yi bir Türkiye mozaiği haline getirdi.
REFERANDUM
Hele de ideolojik olarak birbirinden farklı altı siyasi partinin, ülkenin geleceği için bir masanın etrafında toplanıp anlaşma zemininde buluşabilmeleri, demokrasinin uzlaşı kültürü açısından da iyi bir noktaya geldiğinin işaretidir. Bu durum farklı fikirlere tahammülün pekâlâ mümkün olabileceğini göstermiştir.
Geleceğe yönelik soru işaretleri doğaldır ve kaçınılmazdır. Bu süreçte Sn. Kılıçdaroğlu'nun, Sn. Temel Karamollaoğlu'na olan desteği ve onunla adeta bütünleşmiş/senkronize halde olması önemlidir.
Seçim kazanıldığı takdirde ev sahibi parti tek başına iktidarı yönetecek değildir ve geçmişten intikam alma duygusuyla hareket etmeyecektir.
Seçimler, siyasi iktidar değişiminden öte, geleceğe yönelik sistem oylaması, bir nevi referandum olacaktır. Devlet organlarının yeniden işlevsel hale getirip-getirilmeyeceği, ortak akıl mı tek kişilik yönetim mi, özgürlük mü baskı mı, kimliksel politikalar mı çoğulculuk mu sorularına cevap aranacaktır.
Kuşkusuz Saadet’in varlığı toplum nezdinde masaya güveni artırmakla birlikte masa bileşenlerinin tavrı etkileyici ve belirleyici olacaktır.
Tabeladan ve adresten ziyade icraatlar, adaletin tesisi ve değerlerin hâkim olacağı alan önemlidir. Aksi takdirde taassup ve körü körüne kişilere bağlılık cenderesinden kurtulamayız. Nitekim savunulan, yapılan icraatlara göz attığımızda şunu görürüz;
EKONOMİ
Ekonomide çok ciddi bir krizin olduğu gayet açık. Bugün et-süt, sebze-meyve fiyatlarının ne kadar el yaktığı ortadadır. Geçim sıkıntısının üstü örtülemeyecek boyutlara ulaştığı ve normal gelir düzeyine sahip insanların bırakın yoksulluk sınırını açlık sınırının dahi altında yaşadıkları herkesin malumudur.
Sağlıklı beslenme imkânlarından mahrum kalınan, depremle beraber yaşam şartları çok daha kötüleşen bir tablo ile karşı karşıyayız. Depremzedeye dağıtılan yardım kolileri gibi basit destekler yaraları sarmaktan çok öte pansuman tedbir bile olamamaktadır.
İkinci olarak deprem bölgesinde oluşan emlak konut açığı da ülkenin kara kışa tutulduğunu göstermektedir. Bu fahiş durumun; depremle beraber şehirciliği 20 yılda halledemeyenlerin, sorunlara çözüm üretemeyenlerin geldiği son noktadır.
Krize rağmen her alanda israfın sürdüğü “saraylarla anılan bir dönem” olarak itibarın israfta arandığı ve uçakların filoyla sayıldığı, deprem ve açlıkla boğuşan vatandaşlarla kıyaslandığında durum daha net anlaşılır. “Sabrederiz, soğanla geçiniriz” edebiyatının da algıya yönelik olduğu ortadadır.
AİLE
Aile kurumunun son dönemde ne kadar yıprandığını ne hale geldiğini televizyonlardaki sabah kuşakları programlarında görüyoruz. İslami hassasiyetleri olduğu düşünülen, 20 yıldır iş başında olan bir iktidarın aile kurumunu koruyacak hiçbir adım atmadığı ortadadır. Toplum adeta ahlâki çöküş dönemi yaşamaktadır.
İstanbul Sözleşmesi’yle gündeme gelen tartışma “ya sev ya terk et” modunda devam eden tartışma ise kısır bir döngüye çevrilmiştir. Bunun yerine elinde mutlak güç bulunan iktidarın, kadına şiddeti önleyecek, aileye koruyacak, huzurlu toplumu meydana getirecek, gelecek kaygısını ortadan kaldıracak kararlar alması beklenirdi. Heyhat!
Tartışmaları bir madde üzerinden yürütmek doğru değildir, kuşkusuz ki hepsinde de çıkmazlar vardır. Ancak mesele yasa değil, uygulamadır. Bugüne kadar herhangi bir adım atılmadığı ortadadır.
İstanbul Sözleşmesi’ni olduğu gibi kabul edip Batı’ya şirin gözükmeyi tercih ettiler. İçindeki problemleri görmezden gelip düzeltme yoluna gitmediler. Uygulamalardaki aksaklıkları görmezden geldiler, tepkiler üzerine sadece türbine oynadılar. Kendi çıkardıkları yasayı uzun yıllar memnuniyetle uyguladılar. Şimdi başkası uygulayacak diye suçluyorlar. Elbette sözleşmedeki yanlış maddelerin mutlaka düzeltilmesi gerekiyordu.
Çünkü hükümetin aile kurumunu korumak gibi bir derdi olmadığı, ortaya çıkan boşanma oranları, sahipsiz çocuklar, çarpık ilişkilerin onaylanması, magazin dünyasının TV’de empoze ettiği hayat tarzı ve bunların kanunen meşru kabul edilmesi hepsi bu dönemde ayyuka çıktı.
İÇ POLİTİKA
Yol yaptılar, altyapıyı düzelttiler, bir depremde dubleks yollar çöktü, havaalanları zarar gördü. İlk depremde koordine iletişim, ulaşım sağlanamadı. Şayet başka bir iktidar deprem bölgesine üç gün gitmeseydi. İnsanlar enkazların altında çığlıklar içinde ölseydi ya bu afet beceriksizliğinde Kızılay çadır satsaydı, kan stokları güvensizlikten dolayı eriseydi ve insanlar Kızılay’a güvenemeyip kan vermeseydi hâlâ bu hassasiyetler bu halde mi olurdu?
Evet, Millet İttifakı, iktidarın kazanımlarından asla geri dönemeyeceğini ifade ediyor. Zaten burada Saadet Partisi gibi sistemin sigortası olacak tampon bir parti var. Saadet’in olduğu yerde asla yanlışa izin verilmez. Sırf bizden deyip bütün hatalarına göz yumup, yanlışlarını kabul edip, bunlarla yüzleşmemek, göz yummak, “Yaparsa AK Parti yapar” dedikleri böyle bir şey olmalı.
Bir ülkeye ancak bu kadar çok zarar verilebilirdi. Depremin ilk üç günü, devlet organlarının akamete uğradığının, içlerinin boşaltıldığının hiç kimsenin inisiyatif kullanamadığı, herhangi bir tasarrufta bulunamadığı, herkesin bir kişinin ağzına baktığı, belki de sırf bu yüzden binlerce insanın yitip gittiğini anlamak zorundayız.
Dinimizi ve dini duyguları her türlü başarısızlığa karşı bir kalkan olarak kullananlara şu soruyu sormak gerekiyor; acaba bu durumda asıl dine kim daha çok zarar veriyor?