Diyanet eski başkanı Bardakoğlu’nun Hürriyet Gazetesi’ne verdiği röportajla ilgili mütalaalarımızı, bu yazımızla noktalamak istiyoruz.
Açıklamalarında, “başımıza geleni de hep ‘ya Allah’ın gazabı ya da ötekinin kötülüğü’ diye anlattık” sözünün yanında, sadece dua etmekle bunların bertaraf edileceğini sanmak gibi bir gafletin tespitini yapmaktadır. Bu tespit, yerinde ve önemliydi. Ancak duanın mahiyeti anlatılmadan ve keyfiyeti hususunda öncelikle din görevlilerini, saniyen toplumu bir eğitime tabi tutmadan zihinlerde “dua”nın, itibarsızlaştırılması ve böylece kul ile yaratıcı arasında çok önemli bir bağın gereksizliğine dair bir algıyı yerleştirmeye sebep olduğumuzun farkında mıyız? Kaş yapayım derken göz çıkardığımızın? Cenabı Allah, (Ey Muhammed!) “De ki: İbadetiniz (duanız) olmasa Rabbim size ne diye değer versin?" (Furkan:77) buyurmuyor mu?
Demek ki, itibarsızlaştırma ve gereksizlik algısı oluşturacak şekilde açıklamaların yapılması vahim bir hatayı intaç etmektedir. Başkanımız da duanın, sadece kavli olmadığı, fiili duanın da olduğunu elbette bilmektedir. Bu yönünde halkı bilinçlendirmeye dönük bir eğitim faaliyetin yapılması gerektiğini de…
Başımıza gelenlerin de hep ‘Allah’ın gazabı veya ötekinin kötülüğü’ olarak değerlendirilmesi neden yanlış olsun? “İçimizdeki beyinsizler yüzünden, bizi helak eder misin Allah’ım” (A’raf: 155), “Başınıza gelen herhangi bir musibet, kendi ellerinizle işledikleriniz yüzündendir. O, yine çoğunu affeder.” (Şura: 30), “Rabbanîlerin (Rabbe kul olanlar) ve Ahbar (bilginler)’in onları günah söz söylemekten ve haram yemekten menetmeleri gerekmez miydi?”(Maide:63) Bu ayetler, bizim sorumluluğumuzu unuttuğumuz zaman, başımıza nelerin geleceğini ihtar etmiyor mu?
“Ötekinin kötülüğü” neden küçümseniyor? “Öteki”, zaten zihniyetinin ve insana olan düşmanlığının gereğini yapmaktadır ve yapacaktır. Bunda bir gariplik yok; gariplik, toplumdaki her bireyin ve sonuçta toplumun görevini yapıp yapmadığıyla ilgilidir. Ne deniyor Kitap’ımızda?
“İş başına, iktidara geldikleri, dünya liderliğini ele geçirdikleri, Kurân'ı ve Kur'ân hükümlerini engelleyerek, dünyayı, halkı istedikleri istikamette yönlendirdikleri zaman, yeryüzünde, ülkelerde fesadı yaymak, kadına ait değerleri, kazanç ve gelir düzenini bozmak; tabiatı, toprağı tahrip edip ürün veremez hale getirmek; ilmî araştırmaları, Kur'ân üzerinde çalışmayı, derinleşmeyi baltalamak; nesillere hayat hakkı tanımamak, tohumları, bitkileri, ürünleri bozma planları uygulamak; gençleri mahvetmek için çalışırlar, koşuştururlar. Allah bozgunculuğu sevmez.” (Bakara:205, Ahmet Tekin Meali)
Röportajda din anlayışımızın sığlaştığı, dindarlığı dar bir alana hapsettiğimizden, Müslümanların şeklen dindarlaştıkça, dünyevileşmesinin de arttığından yakınılmakta ve bunun yanlışlığına vurgu yapılmaktadır. İslam’ın, ‘seccadeni ser ibadetle ömrünü geçir’ demediğinden söz ederken hemen arkasından “Düşünce, bilgi, yararlı iş, temizlik, haklının ve mağdurun yanında olma, iyiliği destekleyip kötülüğü önleme, insanı insan olduğu için sevme hepsi ibadettir. Sadaka ve iane kültürüyle ya da retorikle bunları sağlayamayız” denilmektedir.
Sayılanların hepsinin ibadet kavramının içerinde telakki edildiği anlaşılmaktadır. Elbette doğru, ancak bu açıklamalarda dikkat edilmesi gereken çok önemli husus, bir tarafı düzeltirken diğer tarafı yıkmamak olmalıdır. Sadaka ve iane kültürünün toplum bilinci ve anlayışından uzaklaştırılması son derece tehlikeli sonuçlar doğuracağı ve bunun sonucunda insanların merhamet damarlarının kuruyarak zalimleşip gaddarlaşacağı nasıl göz ardı edilebilir? Zaten komşuluk ilişkilerinin kopuşu, bireylerin birbirinin derdinden habersiz ve duyarsız oluşları, toplumu ayakta tutan değerlerin bir bir zayıflaması ve hatta yok oluşlarıyla meydana gelmedi mi? Pek çok ayette ve Peygamberimizin sözlerinde sadakayı ve hatta zekâtı bu kavram içerisinde mütalaa edilmesinin altında yatan toplumsal hikmet bu değil midir? Bu sebeple böylesine vahim bir durumun meydana gelişine sebep olabilecek yanlış bir yorumdan zinhar kaçınmanın gerekliliği ortadadır.
Röportajın sonlarına doğru, işin esasını ortaya koyan açıklama gelmektedir: Kur’an-ı Kerim ile aramızın açıldığından; Kur’an-ı Kerim’in bize verdiği öğütlere kulak tıkayıp kendi yanlışlarımıza kendimizin fetva verir oluşumuzdan söz edilmektedir. Bu önemli bir açıklamadır. Ancak tespitin yerinde ve doğru olması, derdimize çare olduğu anlamına gelmemektedir. Olmadığı da zaten açıkça görünmektedir. Bu kadar önemli ve hayatî problemler üzerinde durup ve şikâyetlerimizi ve yakınmalarımızı gaip bir muhataba yöneltmenin bize ne faydası olduğu veya olacağı da söylenmelidir. Bunları yoluna koyacak ve düzeltecek merci neresi ise oraya zamanında rapor halinde bildirilmesi gerekmez miydi? Yahut da böyle bir faaliyete teşebbüs edildi de engel olan mı çıktı?
Esasen bu mercilerin en üst kademesinde ve makamında olan hocamızın ne yapması/yapılması gerektiğine dair bir açıklamada bulunması gerekmez miydi, röportaj boyunca.
Başkanın, bazı gruplar tarafından dini, yaşadıkları hayata göre yorumlayıp yaşayışlarına destek kabilinden, Hz. Peygamber’in hayatını da ona göre anlattıklarına dair açıklamaları ilginçtir. Öyle bir hayatın da örnek alınması ve yaşanması mümkün olmadığını ifade etmektedir. Bugün İslam dinini gizemli, esrarengiz bir din şeklinde sunarak asılsız kutsallıklar üretenlerin aslında kendi din ticaretleri için müşteri artırımı peşinde olduklarını ve bu durumun da Başkanı mahcup ettiğini söylemektedir. Oysa Peygamberin örnekliğine bakacak olursak ki bakmak zorundayız. O, toplumun her bir ferdine tek tek ulaşmış, eğitimden geçirmiş ve bu eğitim öğretim metodunun, bu misyon üzere genişleyerek büyümüş olduğunu görürüz. Hak Din olan İslam’ı insanlara ulaştırmakla görevlendirilenler de peygamberden neyi ve nasıl öğrendiyseler öylece insanlara anlattılar.
Bundan anlaşılan şu ki, bir öğretinin toplumda makes bulması, o toplumun fertlerine ulaşmayı ve eğitimden geçirmeyi gerektirmektedir. Bu hususta İslamî öğretinin formülü, Kelime-i Tevhid’de mevcuttur. Şöyle ki, İslam'a girmek için Mümin olmak; Mümin olmak için de Kelime-i Tevhid’i kalben tasdik ve dil ile ifade etmek gerekir.
Bilindiği gibi Kelime-i Tevhid'in başlangıcı “la”dır. “la”, red (hayır/yoktur); kabul etmemek manasındadır. Yani “hiçbir ilah yoktur” denildikten sonra ardından tasdik/onay gelir. “İlla” yani ancak Allah vardır, denilerek iman tamamlanmış olur.
Demek ki problemlerin ikrarı bize yetmemekte; problemlerin/meselelerin maddeler halinde sıralanışından sonra bize “illa” demek gerekmektedir. Yani çarelerin, çözümlerin neler olabileceği ifade edilmeli ve anlatılmalıdır. Aksi takdirde Yeniçeri askerinin düşmanı İslam'a daveti gibi olur bizim halimiz; hani savaşta, altına aldığı düşman askerini, ‘Müslüman ol Müslüman, yoksa kafanı uçururum’ tehditlerinde bulununca, korkudan titreyen düşman asker, ‘tamam’ demiş, ‘peki ne yapayım?’ Yeniçeri askeri, şaşkınlık içerisinde, ‘Onu ben de bilmiyorum’, demiş.”
İcraat makamında olup da yanlışlardan şikâyet etme psikolojisi, bizim yabancı olduğumuz bir durum değildir. Keşke herkes bulunduğu makamın hakkını verdikten sonra proje ve stratejilerini ortaya koyup da ayrıldıktan sonra bunların hangisini gerçekleştirip hangisini gerçekleştiremediğini ve bunların gerekçelerini açıklasa, bunun tarihe geçecek bir örneklik teşkil edeceği konusunda şüphe yoktur.
Esas olan da başkasının yaptıklarının mahcubiyetini yaşamaktan çok, kişinin kendi görevini yapmamasının mahcubiyetini yaşamasıdır.
Cenabı Allah cümlemizi sırat-ı müstakim üzere görevini yerine getirenlerden eylesin.