Ey inananlar! Yapmadığınız veya yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? (Saff: 2)
Diyanet İşleri Eski Başkanı, söz konusu röportajındaki açıklamalarına devamla;
“Serbest pazar mantığıyla fetva arayan, müşteri memnuniyetine göre fetva verenler kapladı ortalığı. İslam âlimlerinin içinde yaşadığı hayatla ve gerçekliklerle bağı koptu. Üçüncü, beşinci asırda yazılan kitaplardaki bilgileri tekrar ederek insanlara dini anlattığımızı düşünemeyiz. 50 küsur İslam ülkesi var, paramparçayız” demektedir.
El-Hak doğru, ancak bu hitabın kime yönelik olduğu, kime hitap edildiği belli değil, oldukça muğlak, yani açık değil. Sayın Başkanımız, bu boşluğu ve bu boşluğun meydana getirdiği problemleri görüp tespit ettiğine göre, görevli olduğu dönem içinde bu meselelere çözüm getirmek için bir arayışa girip girmediği merak edilmektedir. Acaba, bu problemleri çözebilecek evsafta ilim adamlarını bir araya getirici, geniş katılımlı bir panel, bir platform gerçekleştirdi mi? Şayet böyle bir faaliyet yapıldıysa bunun sonucu ne oldu? Bununla ilgili bir rapor hazırlandı mı? Ancak bu röportajdaki yakınmalara bakarsak, o yönde hiçbir faaliyetin yapılmadığı anlaşılmaktadır. Yapılmış olsaydı, en azından satır aralarında birkaç cümleyle konuya değinilirdi.
Başkanımızın değindiği bir başka husus, can acıtıcıydı; “Üçüncü, beşinci asırda yazılan kitaplardaki bilgileri tekrar ederek insanlara dini anlattığımızı düşünemeyiz” diyor. Tamam, bir an görüşüne katıldığımızı ve emek mahsulü o kitapların zamanının geçtiğini ve demode olduğunu düşünelim, peki röportaj boyunca şikâyete konu olan problemlerimize merhem olacak, çare üretecek çalışmalar var mı, yapılmış mı? Varsa ve yapılmışsa zikredilmesi gerekmez mi? Yok var idiyse ve yapıldıysa o zaman bu şikâyetler niye? Dini ilimleri tahsil etmenin imkân ve şeraitini, bu yolda Müslümanların yaşadığı can pahası zorlukları bilmiyor olabilir mi Sayın Başkanımız! Bırakın dinî ilimleri tahsil etmeyi, insan olarak inanç hürriyeti içerisinde kendi kutsal Kitap’ını bile okuyamadığını, öğrenmek için imkân bulamadığını, hatta namaz kıldıracak, Müslüman cenazelerini kaldıracak bilgi ve donanımda bir imamın veya dindarın bulunmadığı bir sürecin yaşanmadığını mı söylemek istiyor Başkan? İnsaf! Tarihi hakikatler böylesine açıkken, bu problemlerin sorumlusu olarak dini tedrisattan şu veya bu şekilde uzak tutulan Müslümanlar mı olacak?
Bilindiği üzere ilim, şartlar gereği sürekli bir gelişim karakteri gösterir. Durağan değildir ve bilinir ki ilim, gelişim sürecini kökleriyle birlikte ancak gerçekleştirebilir. Aynı durum ‘pozitif’ bilimler için de geçerlidir. Dahası, bilimin bir millete inhisar ettirilmesi de mümkün değildir. Doğru da değildir. Bilimin gelişmesinde bütün milletlere mensup bilim adamlarının bir şekilde katkısı vardır. Rönasans ve takiben Aydınlanma dönemindeki bilimsel atılımlara İslam Kültür ve Medeniyetinin nasıl katkı sağladığını bizzat onların bilim adamlarınca dile getirilmiştir. Bilim adamlarının birbirine katkısı kadar normal bir şey olabilir mi? Aynı durum neden İslam bilginlerinin yaptıkları çalışmalar için düşünülmez. Biz bütün akademik çalışmalarımızda, bir disiplin içerisinde ne diye kaynak gösteriyoruz? Madem bizden öncekilerin çalışmalarının bir kıymeti harbiyesinin olmadığı anlamına gelebilecek ifadeleri sarf edebiliyorsak. Ayrıca neden faturayı sadece üçüncü ve beşinci asırda yazılan kitaplara ve o kitaplardaki bilgileri tekrar eden (aslı varken niye tekrar edilsin? Faydalanan denmek isteniyor olsa gerek) insanlara inhisar ettiriyoruz? Şikâyet ettiğimiz konulara dönük neler yaptığımızı örneklik bakımından, yapılan açıklamalarda yer verilseydi, bütün bu şikâyetler ve çareleri somutlaşmış olmaz mıydı?
“İslam barış dinidir diyoruz ama kimseyi inandıramıyoruz, çünkü birçok yerde Müslümanlar birbirinin boğazını sıkıyor. Birbirinin Müslümanlığını beğenmez oldular, birbirini itham ve tekfir ederek sürekli camdan aşağı atmakla meşguller.”
Bu ifadelere baktığımızda da, hep aynı zaviyeden olaylara bakıldığı görülmektedir. Nahoş olguların müsebbipleri ıskalanarak, ne hikmetse yine Müslümanları günah keçisi ilan eden bir yaklaşımın sergilendiği müşahede edilmektedir. Küresel Şeytanî güçlere ruhunu ve benliğini teslim etmişlerin, Müslüman kanı dökmelerini, genel olarak Müslümanlara nasıl teşmil edilebilir?
Bu manada “Dâhili ve harici bedhahlar” tavsifinin bize bir şeyleri hatırlatması gerektiğini düşünüyoruz.