Sokak kültürünün meddahlığını yapmanın arka planında yatan niyetin, açıkça ortaya konmaması sonucunda doğan eksikliği gidermek için okuyucuyu anlamamakla itham etmek, suç bastırmaya yönelik bir çaba olarak kendini gösterir. Mine Söğüt’ün 5 Mart 2021 tarihli Cumhuriyet gazetesindeki “Baba evini hemen terk edin kızlar!” yazısına basında büyük tepki gösterilmiştir. Kendisini eleştirenlere cevap niteliğinde, attığı tweetteki “Dünkü yazımda geçen "Sokağa çıkmak" deyişini gerçekten sokağa çıkmak, "baba evini terk etmek" deyişini de gerçekten baba evini terk etmek olarak algılayan bir kesim, soyut düşünce yeteneği gerektiren inanç meselesini kim bilir nasıl anlıyor...” savunmasıyla ne yazdığının bile farkında olmadığı anlaşılmaktadır. Sosyolojinin uzmanları, Prof.lar, yazarlar, edebiyatçılar anlamıyor, öyle mi? Doğrusu bilmediğini bilmemenin çaresi ve devası yoktur. Her inancın pratiğinin soyut olmadığı da nasıl anlatılır ki?
Bu aşamada ne yazdığının anlaşılması bağlamında yazıya dönelim. “Özgürlüğünüze sahip çıkın, bedeninize sahip çıkın, isteklerinize sahip çıkın, heveslerinize sahip çıkın…” deniliyor. Özgürlüğe, bedene ve hatta isteklere sahip çıkmaya eyvallah, peki heveslere sahip çıkmaktan murat edilen nedir? Heva ve hevese uymaktan, keyfilikten kaçınmayı, insanın huzur ve saadeti için öngören değerler, onun umurunda değil anlaşılan. Hiçbir değer tanımadığı gibi, bu milleti millet yapan değerlere de karşıdır aynı zamanda. Bu karşı oluş, öyle bir hal almıştır ki, adeta fanatizme dönüşerek yüreğini, zihnini ve dahi vicdanını kurutmuştur: “Geleneklerin, inançların, korkuların pabucunu dama atın… siz bir çarpın baba evinin kapısını, sokaklara çıkın. Özgürlüğünüze sahip çıkın…” dediği öğüde, varsayalım ki, uyup çarparak kapıyı çıktılar baba evinden ve kendilerini sokakta, pardon açıkça ifade edemediği muhayyel dünyada buldular kızlarımız… Ya sonra? Buna da bir açıklık getirseydi keşke. “Hayır, benden bu kadar, baba ocağından çıkardım, görevim bitmiştir. Hangi dünyada/sokakta onları nelerin bekleyip beklemediği artık onların sorunu!” dediğini duyar gibiyiz. Devam ediyor bilge yazar(!) öğütlerine:
“Güzel kitaplar okuyun, … Güzel filmler seyredin… Sanatla, felsefeyle, tarihle, bilimle ilgilenin; hayatla ilgilenin, kendinizle ilgilenin... bir de dans edin. Çok dans edin. Bağıra bağıra şarkılar söyleyin… Kaçın o evden, kaçın kurtulun… Kaçın o evden, size dayatılan hayatı değil, kendi tercih ettiğiniz hayatı yaşayın… Sevişmenin kirlenmek olduğu safsatasını da hemen unutun. Cinsiyetçi deyimlerin utanç verici mirasını reddedin… O tekinsiz baba evini terk edin kızlar; derhal terk edin.”
Adeta Belene kampından kurtulmaları konusundaki kaygıyla firarları için canhıraş bağırıyor; “Kaçın o evden, kaçın kurtulun!”
Bu tavsiyelerin, beslendiği kültürün bir sonucu olarak, heva ve hevesle, akıl ve mantık dışılıkla söylendiği o kadar açık ki! Buna rağmen içinde barındırdığı çelişkiler, yazarı tarafından bile fark edilememektedir. Sokağa, önerilen dünyaya(?), kültüre davet edilen kızlara derman olacak bir rehberlik yok ortada, ama kitap okuma, güzel filmler seyretme (neye göre güzel?), sanatla, felsefeyle, tarihle ilgilenmeleri söylenmektedir.
Şaşırıyoruz tabii ki bu mantığın iflasına! Ne önerisi, ne rehberliği? Yeter ki sokağa çıksınlar… Yeter ki önerilen muhayyel dünyaya gelsinler…“Çıksınlar da nerede, nasıl ve ne şekilde gerçekleştireceklerse gerçekleştirsinler…” dediği apaçık yazarın. Demek ki sıcak bir ocağın, sıcacık çorbasının piştiği mekânda, anayla, babayla, çocuklarla, nine ve dedeyle hayatı güzelleştiren sohbetleri boşuna hayal edip duruyor evsiz, barksız ve dahi kimsesiz insanlar.
Esasen eski Türk filmleri işlemiştir bu konuları. Filmde, aktris olmak, ünlü olmak ve şöhreti yakalamak hevesiyle baba ocağını terk eden gencecik bir kızın, kendi keyfince hayatını yaşamak için sokağa çıkıp yola düştüğünü ve sonra daha Yeşilçam’a ulaşmadan başına gelenleri ve akıbetinin ne olduğu anlatılmakta. Benzer bir konuyu meşhur “Madam Bovary” romanında yaşananları dile getiriyor Ergün Yıldırım Hoca, 07 Mart 2021 tarihli yazısında. “Madam Bovary romanı 19. Yüzyıl Fransa’sında yazıldı. Flaubert, kocasını, evini ve çocuğunu bir kenara bırakarak mutluluğu sokakta arayan bir kadının hikâyesini anlatır. Kadın, yani Madam Bovary, evi terk ederek sokaklarda mutluluğu ararken “düşen kadın” olur. Aslında yazar, kapitalizm ile beraber gelen yeni kültür ve ideolojiler karşısında kadının ve evin gelecekteki haberini veriyor. Modernite ve kapitalizm pratiğinde Avrupa’daki kadının düşüşüdür bu.”
Düşünün, bu yazarın teklifinin bu romanda yaşananlardan bir farkı var mı? Keşke bu öneriyi yapmadan ve bu öğüdü vermeden önce kimsesiz ve yalnız olan insanlarla bir görüşme yapabilseydi. Keşke onlardan, sıcacık aile ortamının ne ifade ettiğini öğrenseydi, keşke empati kurabilseydi kendileriyle ve yaşadıklarıyla.
Anlaşılan o ki, ruhsuz, maddeperest, pozitivist bir dünya görüşü ile şekillenmiş bir toplumun açmazları, bu milletin çocuklarına tavsiye edilmektedir. Bu, bir tecrübenin sonucu mudur ki kurtuluş yolu olarak sokaklar ve onun kültür dünyası gösterilmek istenmektedir? Hangi sokak mesken edinilmiş de böylesine tavsiyeye şayan bir düşünce dünyasına ulaşılmış? Bu ortaya konmadan nasıl bir cüretle Yurdumun kızlarına tavsiye edilebiliyor?! Bu yazar hanımın, asıl bunu anlatması gerekir. Anlatması gerekir ki çocukların ve gençlerin mukayese imkânı olabilsin ve bu öğüde hak versin.(!)
Popülizmin kahredici hegemonyası altında kelimelerin serpiştirilmesiyle utanç verici bir yazının nasıl kaleme alınacağının örneğini gördük. Bu ülkenin değerlerinden ve dahi kültüründen ne denli uzak olunduğunun örneği verilebilir; ders olarak da okutulabilir… “Sevişmenin kirlenmek olduğu safsatasını da hemen unutun. Cinsiyetçi deyimlerin utanç verici mirasını reddedin…” önerilerdeki bayalığa bakın siz! Bu, tamamıyla insan âleminin dışındaki canlıların sevişmesini hatırlatmaktadır. O âlemde her tür sevişme ve ilişkinin kirlenme veya temizlenme kaygısının olmadığını hemen ifade edelim. Neticede biz insanız ve bizim kültürümüzde sevmek, sevilmek ve aşk hiçbir zaman ayıp değildir, utanılası bir olgu değildir. Tersine aşkı, aşkın yüceliğini edebiyat dünyasına anlatan, tanıtan da bizim insanımız, bizim ediplerimiz, şairlerimiz ve dahi ozanlarımız. Sevginin en yücesini kaldırın kitaplardan, geriye ne aşk kalır ne de insan… “Sabahattin Ali’nin hikâyelerinden birisinde, sevgilisi çolak olduğundan, onu teselli için, kolunu değirmen taşına sıkıştırıp kendisini çolak bırakan âşık vardır. Bu gün böylesine bir metafizik aşk, aşk metafiziği nerede var?” Aşk hararettir, mihnettir, sıkıntıdır, emektir, çabadır… Öyleyse sevgi emek ister, özveri ister, gayret ister, saygı ister…
“Selvi Boylum Al Yazmalım”da, sevdiği iki insan arasında zihinsel git-geli yaşayan Asya’nın beyninde dile gelen cümlelerdi bunlar. (Nizamettin Duran, Kent ve Kültür, Ankara: Sonçağ Yayınları, 2013, s77)
Dememiz o ki, sevmek de sevilmek de sevişmek de insanca ve insana yakışır bir şekilde olur. Yani edep dairesinde, edeple, üslupla, usturupla… Keremleri, Aslıları, Leylaları, Mecnunları, Âşık Garipleri, Dertlileri… bilmeyenlerin insan ötesi sevişmeleri, koklaşmaları dile getirmelerindeki sığ kültürü yadırgamamak gerekir.
Sonuç: Bence bu yazar hanımefendi, kendi aklını kendine saklasın ve Müslüman Mahallesinde salyangoz satmaktan vazgeçsin. Ama ona kendi sığ dünyasından çıkıp insana insan olduğunu bildiren, ona yaşamın tadını ve lezzetini tattıran, hayat veren bir dünyanın varlığını keşfetsin, deriz. Şimdiye kadar kabuğunu kırıp bu güzel dünyayla tanışmadıysa da zararı yok, zararın neresinden dönülürse kardır. Yeter ki istesin. Bence denemeye değer. Tabiiki bu da cesaret ister!
Abdurrahman 4 Yıl Önce
Dilinize, yüreğinize sağlık Hocam.