Arap dilinde “Cum’a” kelimesi, cama’a "topladı" fiilinin isim halidir ve anlam itibarıyla ‘toplanma günü’ anlamına gelir. Ragib el İsfahani c-m-a kökünden gelen fiillerin anlam itibarıyla “Bir şeyin bazısını bazısına yaklaştırarak birleştirmek” manasına geldiğini ifade eder.
Kur’anda bu kavram, Kıyamet suresinde “Ve cumiaş şemsu vel kamer” yani Güneş ile ay bir araya getirildiğinde” vurgusuyla geçer. Kur’anın bir çok ayeti bu kökten gelen kelimelerle toplanmayı ve birleşmeyi ifade eden ayetlerle doludur. Demek ki Cum’a, cem olmak yani birleşmek ve toplanmaktır.
Kelime kökünden de anlaşılacağı gibi Cuma, bir şeyin bazısının bazısına yaklaşarak birleşmesidir. Öyleyse Cum’a bazılarımızın bazılarımıza yaklaşarak bütünleşmesi ve yek vücud olması anlamına gelir. Bu ise ancak tevhid ile olur. Tevhid olmadan, vahdet söz konusu olmaz. Nübüvvetin Mekke yılları tevhid tohumunun, Medine yılları ise vahdet tohumlarının algılara ve sinelere ekildiği zaman dilimidir.
Birlik ve bütünlük evvela algılarda olmalıdır. Zira algı, düşünceye ve düşünce davranışa ve davranış hayata şekil verir. Muhakemat sahibinin ifadesiyle “Pis kafa temiz kalbi kirletir” Öyleyse evvela tasavvurdan başlamak ve algımızı ve bilgimizi vahye arzetmek gerekir. Vahiy hakem olmaz ise birlik ve beraberlik sadece hayal olur.
Bir toplum, Cum’a namazında dahi bir araya gelemiyor, özellikle Avrupa ülkelerinde her meşrep kendi mescidini açıp başkalarını kabul etmiyorsa, o artık ümmetin mescidi değildir. Zira bu kurumlar, mescid-i dirar hüvviyeti kazanmaya başlamıştır. Vahdet içinde olmak çok güzel ve iyi niyetli bir iddia olmakla beraber bunu gerçekleştirmek bazen mümkün değildir.
Düşünün ki bir Şia fanatik, Hz. Ömer’e hakareti ibadet neşvesi ile yapıyor ve diğer tarafta sünni fanatik, Şia dünya’sının hepsini küfür ile itham ediyor. Bir Alevi vatandaş, saz çalarak ben ibadetimi yaparım derken Rufai tarikatına mensup bir sufi vücuduna demir sokmayı ‘burhan’ kabul ederek bunu ritüel olarak devam ettiriyor. Daha fenası, her mezhep veya meşrep kendisini fırka-i naciye, diğerlerini batıl olarak görüyor. Böylesi bir durum ise tefrikayı zorunlu kılıyor.
Peki kaybettiğimiz Cum’a’nın ruhunu vahdete nasıl kavuşturabiliriz? Bunun tek bir yolu vardır o da dinimizi Kur’ana ve akleden kalplerimize arzetmek ve vahyin onay vermediklerinden vazgeçmek. Buna rağmen farklılıklar elbette olacaktır. Zira farklılık insan fıtratında olan bir gerçektir. Lakin din, akle ve vahye arzedildiğinde uçurumlar ortadan kalkacaktır. Uçurumlar kalkınca, tefrika azalacaktır. Zaten vahyi ve muhakemeyi merkeze alalım deyince kopan fırtına, bu din üzerinden geçinenlerin tezgahları’nın bozulacağı kaygısıdır.
Bu din, Kur’an ve onun numune-i imtisali olan peygamberden öğrenilir. Mezhep, meşrep, tarikat veya cemaat üstü bir din tasavvuru elde edilrerek bu imkan bulur. Bu asırda Mehmet Akif, hangi ızdırabı dillendiriyorsa biz de aynı çileye talibiz. 'Doğrudan doğruya Kur’andan alarak ilhamı / Çağın idrakine söyletmeliyiz İslamı' bizim de düsturumuzdur.
Dün, Akife lanet okuyan yobazların bugün tepkilerini ve haddi aşan ifadelerini anlayabiliyor ve onları Allaha havale ediyoruz. Sözün gücü ilelebet galip gelecektir. Taassup tarafından tahkir ve hatta tekfir edilmeyen düşünce adına bir şey yapmış sayılmaz. Popülizm, kendi çukurunda debelenir lakin Allah, din gününün yegane sahibidir.
Tevhid olmadan vahdet olmaz. Olsa olsa menfaat birlikteliğinden dolayı geçici bir ittifak olur. Zira tevhid, bu dinin beynidir.
Cuma’nın ruhu olan vahdete kavuşabilme duasıyla ..
Selam ve dua ile